SON PİŞMANLIK

Süleyman yaşı kırk sekize dayanmış, orta boylu, pek yakışıklı olmayan bir adamdı. Kalın çerçeveli gözlükleri, hafif peltek konuşmasıyla ve daima terli yüzüyle itici bile sayılabilirdi. Çocukları büyümüş, boyunu geçmişti. Hanımıyla, ailesinin baskısıyla evlenmiş, kör-topal bugünlere kadar gelmişlerdi. Süleyman, başı bağlandıktan sonra bir türlü mutlu olamadığı evliliğinden umudunu keserek, kendisini tamamen iş hayatına vermişti. Hanımı Neriman nasıl olsa evi ve çocukları idare ediyordu. Bekârken çırak olarak girdiği matbaada çalışkanlığı ile göz doldurarak usta ve nihayetinde müdür olmuştu. İyi kazanıyordu. Parasının bir kısmını biriktirmiş, yeterli miktarda sermaye yaparak işinden ayrılmış ve kendisine işyeri açmıştı. Artık patrondu.

Paranın getirdiği refah da mutluluk getirmemişti Süleyman’a. Ruhunda büyük bir boşluk hissediyordu.
Sıkıntıdan patlayacak hale gelmişti. Hatta sıkılmaktan bile sıkılmıştı. Geç saatlere kadar işyerinde kalıyor, işyerinden çıktıktan sonra da arabasına atlayıp şehirde uzun uzun dolaşıyor, rastgele girdiği lokantalarda karnını doyurduktan sonra eve uyumaya gidiyordu. Aile gezmelerine ender de olsa gidiyor, ancak ziyaretleri mümkün olduğunca kısa kesiyordu. Sadece misafir gelecekse eve erken dönüyordu. Ev halkı onun bu tavırlarına artık alışmışlardı. Çocuklar şikâyet edecek olsalar, anneleri Neriman her zamanki yatıştırıcı
tavrıyla, “Babanız çok çalışıyor, üstüne varmayalım.” der, “Allah eksikliğini göstermesin” diye de dua ederdi. Çok fedakârdı. Evliliğin ilk on yılından sonra eşinin yatakları ayırmasına bile ses çıkartmamıştı. Zaten ne diyebilirdi ki? Ayrılmak istese üç çocukla baba evine dönemezdi. Kendisi çalışmaya kalksa, tahsili ve tecrübesi olmadığı için iş bulamazdı. Çaresiz sabır gösterecekti. Büyük oğlu Selim bu yıl üniversite son sınıftaydı. Kızı Ayşe’nin Okulu bitirmesine iki yıl vardı. Küçük oğlu Burak ise lise sondaydı. Çocuklar annelerinin ihtimamı sayesinde hem terbiyeli yetişmişler, hem de çalışkanlıklarıyla okullarında başarılı olmuşlardı. Neriman da mutsuzdu. Çok geç saatlerde eve gelip doğrudan odasına çekilerek uyuyan kocasının, günün birinde kendisine kadın gözüyle bakacağından uzun yıllar evvel umudunu kesmişti. Bu yüzden giyimine kuşamına dikkat etmiyordu. Son yıllarda epeyce kilo almış, kendisini iyice salmıştı. Evin maddi ihtiyaçlarını kocası karşılasa
da, yuvanın direği Neriman’dı.

Süleyman o akşam da son model arabasına atlamış şehirde turlarken birinin ısrarla korna çaldığını duydu. Yandaki arabanın direksiyonunda oturan sarışın bir kadın, hızını Süleyman’ın arabasına ayarlamış sürekli kornaya basarak el kol işaretleri yapıyordu. Süleyman, tanımadığı bu kadının ne gibi bir derdi olduğunu anlamak için yavaşladı ve arabasını sağa çekerek durdurdu. Dışarı çıkarak beklemeye başladı. Öteki araba da hemen arkasına park etmişti. Havalı sarışın kadın arabasından iner inmez, “Süleyman bu sensin, değil mi?” dedi şuh bir ses tonuyla. Süleyman “Evet, benim de affedersiniz sizi tanıyamadım.” dedi. “Benim, ben Arzu. Kemal Beyin kızıyım. Hatırladın mı?” Arzu’yu hatırlamıştı Süleyman. Gençlik yıllarında aynı mahallede oturuyorlardı. Arzu mahallenin güzel kızlarından biriydi. Çok beğenmesine rağmen cesaret edip arkadaşlık teklif edememişti bir türlü. Zaten kızın gözü de yükseklerdeydi. Zengin bir subayla evlenip gitmişti. Bir daha ondan haber alamamıştı. Aklından silinip gitmişti zaman içerisinde. İşte şimdi bütün çekiciliğinle karşısında duruyordu.

– A, evet hatırladım, nasılsın? Çok değişmişsin. Birden tanıyamadığım için kusuruma bakma.
– Sen hiç değişmemişsin valla. Görür görmez bu kesin Süleyman dedim ve kornaya basıverdim. İşinden
alıkoymadım inşallah.
– Olur mu? Ne demek. Vaktin varsa bir yerlerde yemek yiyelim.
– Tamam yiyelim. Ben seni takip ederim. Hadi arabalara.

Biraz sonra Boğaz’da bir lokantadaydılar. Bir yandan sohbet edip, diğer yandan karınlarını doyuruyorlardı. Geçen yıllar zarfında neler yaptıklarını birbirlerine özetlemişlerdi. Arzu bir kızı olduktan sonra eşinden boşanmış, boşanırken de yüklü bir nafaka, ev ve araba almayı başarmıştı. Birkaç yıl sonra bir fabrikatörle yeniden evlenmiş, ancak yine anlaşamayıp ayrılmıştı. Bu ayrılık da maddi açıdan epey kârlı olmuştu. Kızı Pelin tahsilini tamamlamış, yabancı sermayeli bir kuruluşta müşteri temsilcisi olarak çalışıyordu.

– Ne kadar şen şakraksın Arzu. İnsanın içine huzur ve mutluluk veriyorsun. İyi ki birbirimize rastladık.
Dedi Süleyman gözlerini arzunun uzun kirpikli yeşil gözlerine dikerek.

– Ah, ah. İçi beni, dışı seni yakar demişler. Sen benim böyle şen göründüğüme bakma. Aslında çok mutsuzum.

Kadının yüzünü konuşmanın burasında hüzün kaplamıştı. Başı hafifçe yana eğilmiş, gözleri nemlenmişti. Süleyman’ın içi acımıştı onun bu haline.

– Ne oldu ki? Neden böyle söylüyorsun. Üzüldüm şimdi. Hay Allah! Kaldır şu başını da anlat bakayım.
– Boş ver, şimdi senin de canını sıkmayayım. Hem sen ne yapabilirsin ki?
– Sen anlat hele. Elimden bir şey gelirse yardımcı olurum elbette.
– Bana kimseler yardım edemez Süleyman. Ay, nerden açıldı bu konu? Kapatalım gitsin.

Süleyman iyice meraklanmıştı. Böyle güzel bir kadının üzülmesini istemiyordu üstelik. Arzu ne de olsa onun gençlik heyecanıydı ve bulduktan sonra tekrar kaybetmeyi göze alamazdı. Onu hayatına sokabilmesi için bir fırsat geçmişti eline. Üsteledi.
– Israr ediyorum Arzu. Lütfen söyle, mesele nedir? Bana güvenmiyor musun yoksa?
Arzu, sanki huzursuz olmuş gibi sandalyesinde sağa sola kıpırdadı. Ellerini birbirine kenetleyip parmaklarını sıktı. İç geçirirken gözleri bulundukları mekânda hızlıca tur attı. Birkaç saniyelik bir suskunluk geçirdikten sonra nihayet konuşmak için kırmızı rujlu dolgun dudaklarını araladı.

– Çok borcum var Süleyman. Ödeyemiyorum. Arabamı satmaya karar verdim ama sanırım o da borcumu
karşılayamayacak. Pelin bütün maaşını bana veriyor, ben de borca yatırıyorum ama yetmiyor. Alacaklı adam acele etmemizi, yoksa evimize icra göndereceğini söyledi. Perişanız anlayacağın. Başımızda bir erkek de yok ki bize sahip çıksın. Şaşırdım kaldım.

Dudaklarını büzmüş, neredeyse ağlayacaktı. Süleyman Arzu’nun elini tuttu ve hafifçe sıktı. Numaralı gözlük camlarının arkasında normalinden daha iri gözüken gözlerini kadının gözlerine sabitleyerek güvenli bir ses tonuyla konuştu.

– Ben seni bu sıkıntıdan kurtaracağım, merak etme. Sen ne kadar borcun var söyle. Yarın halledelim bu işi.
– Bu sefer de sana borçlanacağım. Olmaz ama.
– Ne borcu? Ben borç olarak vermiyorum ki. Durumum iyi Allah’a şükür. Geri ödemen şart değil. Sakın dert etme canım.
– Gerçekten mi? Kulaklarıma inanamıyorum. Seni Allah çıkarttı karşıma. Ne kadar iyisin Süleyman’cığım.

Adamın istediği yakınlık oluşmuştu işte. Birbirleriyle “canım”lı ve “cığım”lı konuşmuşlardı.

Takip eden günlerde sık sık buluşmaya başladılar. Süleyman içindeki boşluğun ne olduğunu keşfetmişti.
Aşk. Hem de tutkulu ve ayaklarını yerden kesecek bir aşk yaşamak istiyordu. Buna ekmekten, sudan daha çok muhtaçtı. Bu yüzden elinden geleni ardına koymayacak, ne yapıp edip Arzu’nun gözünü boyayıp gönlünü kazanmaya çalışacaktı. Borcunu kapatması için ona para vermekle kalmamış, pahalı hediyeler de alarak kadının başını döndürmüştü. Arzu paranın kokusunu çok iyi alırdı. O da aradığını bulmuştu. Süleyman’ın baş başa kalma teklifini yalancıktan nazlanarak kabul etti. Ama bir şartı vardı. “Hevesini alıp beni başından atacağından korkuyorum. Bir ev al benim üstüme ve dayayıp, döşeyelim. O zaman içimdeki korkuyu atabilirim. Yoksa olmaz.” dedi. Pahalı bir semtte konforlu bir ev almıştı Süleyman. İçini döşerken de hiçbir masraftan
kaçınmamıştı. Tapuyu cebine koyup sevdiği kadını o eve götürdü ve dairenin kapısından içeriye kucağında taşıdı.

– Yuvamıza hoş geldin aşkım. Seni seviyorum. İşte tapu. Senin üstüne yaptım. Nasıl, hoşuna gitti mi?
– Ay, inanamıyorum hayatım. Ben de seni seviyorum. Hem de çok.

Arzu adeta koşarak odadan odaya daldı. Salonun ortasında eteklerini iki yana açarak döndü. Pencerelerden dışarıdaki manzarayı seyretti. En sonunda Süleyman’ın boynuna sarılarak onu öpmeye başladı. Borcunu ödemenin zamanı gelmişti. Süleyman’ın başı bulutlara değdi.

Süleyman ertesi gün “Keşke Arzu’yu daha önce tanısaydım. Ne müthiş bir kadın.” diye düşünüyor ve elinde olmadan karısıyla mukayese ediyordu. Sonra buna tahammül edemedi, karısının hayalini zihninden kovdu. Elmasla, cam parçası hiç bir olur muydu? İşte aradığı kadın buydu. Tam bir dişi. Dişine göre bir dişi. Gönlünün sultanı, hayatının anlamı. Yanında ölmenin gam olmadığı bir kraliçe. Yüzü mutluluktan gevşemiş, ağzı kulaklarına varır vaziyette aşkının tahlilini yaparken, sekreteri, Bilâl beyin geldiğini haber vermek için telefonu çaldırdı. Bilâl, hem birlikte iş yaptığı bir şirketlerden birinin sahibiydi hem de yakın arkadaşıydı. elamlaştıktan sonra;
– Ne o yüzün gülüyor. İşler tıkırında galiba.
– İş değil Bilâl, aşk, aşk. Geç şöyle, otur. Anlatacağım.
– Valla mı? Ne aşkı oğlum? Sen evli değil misin?
– Boşanacağım, yeniden evleneceğim. Ömrümce aradığım kadını nihayet buldum arkadaşım.

Bilâl, Süleyman’ın ara sıra çapkınlık yaptığını biliyordu ama hiçbir zaman onun ağzından âşık olduğuna dair tek cümle işitmemişti. Üstelik hanımından boşanıp, yeniden evlenmekten söz ediyordu. Ciddi bir durumla karşı karşıya olduğunu anladı. Arkadaşını uyarmak istedi.

– Deli misin, nesin ya? Nerden çıktı boşanmak. Karına, çocuklarına yazık değil mi? Sakın yapma, sakın.
– Sen ne diyorsun oğlum. Ev bile aldım ona. Birlikte yaşıyoruz. Çok mutluyum. Ayaklarım yerden kesildi.
Ölsem geri adım atmam artık.

Bilâl ne dediyse sözünü geçiremedi. “İnşallah pişman olmazsın. Ben taraftar değilim bak, ona göre.” dedi. İşini hallettikten sonra “Aklını başına al, son pişmanlık fayda etmez.” diyerek veda etti. Süleyman arkasından seslendi. “Asıl şimdi aklım başıma geldi. Boşa yaşamışım bir ömür boyu. Pişman olmam, merak etme sen.”

Süleyman yıllardır hapishane olarak gördüğü kendi evine uğramıyordu artık. Yeni yuvasında, yeni gönül oyuncağıyla sarhoş gibiydi. Fettan kadın, beş odalı bu evin bir odasına kızını yerleştirmişti. Kız işten geldiği gibi kendi odasına kapanıyor, cici babasıyla annesini baş başa bırakıyordu. Her şey yolunda gidiyordu. Hayat şimdi
güzelleşmişti ve başrollerinde Arzu ile Süleyman vardı. Gerisi vız gelirdi.

Neriman eve gelmeyen kocasını merak etti. Kısa bir araştırmadan sonra kocasının yediği haltı öğrendi ve uygun bir dille bunu çocuklarına anlattı. Gelip, geçici bir macera olması ümidiyle bu durumu akrabalarından ve tanıdıklarından gizleyerek sabretti. Aradan iki ay geçmişti. Bir gün postacı eşinin kendisinden boşanmak için açtığı davanın davetiyesini eline tutuşturunca terk edildiği gerçeği kafasına dank etti. Halini gözyaşları eşliğinde çevresindekilere anlatmaya başladı. Duyanlar Neriman’ın düştüğü duruma üzülüyorlardı. Aile büyükleri ve yakın dostları Süleyman’ın iş yerine giderek onu vazgeçirmeye uğraştılarsa da azarlanıp geri döndüler.

Tek celsede boşanmışlardı. Neriman’ın avukatı dişli bir kadındı. Bir kocanın ihaneti dava konusu olduğundan dolayı, epeyce yüklü bir tazminatı, eş ve çocukların hatırı sayılır nafakalarını, ailenin oturduğu evi ve Antalya’daki yazlığı boşanma bedeli olarak koparmayı başarmıştı. Süleyman’ın elinde matbaası ve altında
arabası kalmıştı. Bankada da bir miktar parası vardı. Yeni evine gelince, o Arzu’nun üzerineydi. Ancak sevdiği kadın onu sokağa atacak değildi ya. Ne de olsa bu evi aşkına kendisi almıştı. Çalışır, çabalar eski servetine yeniden kavuşurdu. Gönlü rahattı. Huzuru yerindeydi ve en önemlisi artık içinde boşluk hissetmiyordu. Daha ne isterdi ki?

Hayatı hakkında yaptığı planlar Süleyman’ın düşündüğü gibi gerçekleşmedi. Arzu pahalı ve eğlenceli yaşamayı seven lüks düşkünü, bencil bir kadındı. Süleyman’ın bunu anlaması gecikmemişti. Bitmek tükenmek bilmeyen istekleri Süleyman’ı yiyip, bitiriyordu.

Cilveli, işveli, sevgi dolu kadın gitmiş, erkeğinin iliğini, kemiğini kemirircesine sömüren, çıkarcı bir cadaloz gelmişti yerine. İstediği olmayınca ağzına gelen hakaretleri de esirgemiyordu. Son zamanlarda vaktiyle Süleyman’ın Neriman’la yatağını ayırdığı gibi, Arzu’da yatak odasından kocasını kovmuştu. Ortada aşk-meşk kalmamıştı. Morali dibe vuran Süleyman’ın iş hayatında da durum baş aşağı gitmeye başladı. Çekleri, senetleri döndüğü için itibar kaybetmişti. İşini küçültmesine rağmen az sayıdaki işçilerinin maaşlarını ödemekte
zorlanıyordu. Mahkemenin tayin ettiği nafakaları ödemek bile artık ağır geliyordu. Piyasaya borcu artmıştı. Arabasını satmış, borçlarının bir kısmını ödemişti. Kalan borçlarını ödemek için matbaasını elden çıkartmaya karar verdi. Bu kararını Arzu’ya açınca kızılca kıyamet koptu. Arzu bu maddiyatı bitmiş adamın bileti kesiverdi ve özel eşyalarını bir bavulun içine doldurup Süleyman’ı evden kovdu. Ardından boşanma davası açarak, çıktıkları ilk celsede, kocasının evi terk ettiğini ve mağdur durumda olduğunu ağlayarak hâkime anlattı. Mahkeme Süleyman’ı yüklüce bir tazminata ve nafaka ödemeye mahkûm etti.

Süleyman, elinde kalan tek varlık olan matbaasını satıp, önce işçilerinin birikmiş maaş alacaklarını ve tazminatlarını, ardından piyasaya olan borcunu ödedi. Son alacaklısıyla da helalleştikten sonra evden atıldığı günden beri mesken tuttuğu otel odasına gitti. Karnını doyurmak niyetiyle aldığı fakat bir türlü yiyemediği sandviçin buruşuk kâğıdını düzelterek titreyen eliyle kısa bir not düştü.

“Eskiden içimde gayret ettiğim takdirde doldurabileceğim bir boşluk vardı. Şimdi ise affedilmez hatalarım yüzünden uçurumun dibindeyim. Eski karım Neriman’dan, çocuklarım Selim, Ayşe ve Burak’tan beni affetmelerini diliyorum. Her şey için çok pişmanım.”

Otel personeli gecenin sessizliğini bozan silah sesine koştular. Süleyman’ı gözlerini tavana dikmiş kanlar içinde yerde yatıyor vaziyette buldular. Otel sorumlusu Süleyman’ın ceplerinde para aradı. Bulamayınca cesede tükürerek söylendi.

– Tüh! Borçlu gitti şerefsiz.

Mücella Pakdemir
www.kafiye.net