SEVGİYİ ARAMAK

Bir pazar sabahı. Sabah erkenden kalkmış, akşamdan verdiği karar gereği yürüyüşe çıkacaktı. Balkondan dışarıya bakıyordu.
–  Bugün hava yağmurlu, en iyisi mi şemsiyemi yanıma alayım, dedi.
Mustafa Bey, evden çıktı. Kendisi İlahiyat kavşağında oturuyordu. Amacı Üçyol’a kadar yürümekti. Etrafına bakınacak, biraz olsun sonbahar mevsiminin yeni toprak kokan havasını da içine dolduracaktı. Kavşaktan sağ tarafı takip ederek yürümeye başladı. Ara sıra arabaların üstüne sıçrattıkları sulara kızmamaya karar vermişti. Bugün hiç kızmayacaktı. Ne olursa olsun yüzü asık eve gelmeyecekti. Tanıdık yüzler olsun, olmasın herkese:
– Nasılsınız, hayırlı günler, hayırlı işler, mutluluklar sizlerin olsun, derdi.
Yağmur ara vermiş, arabaların suları asfalttaki yaran hışırtısı da olmasa yağmurun yağdığı belli bile olmuyordu. Çünkü toprak hemen kurumaya başlamıştı. Bütün yaz boyunca ya iki defa ya da üç defa yağmur yağmıştı. Mis gibi toprak kokusunu içine çekerek gidiyordu Mustafa Bey. Yaşamı boyunca mutluluğu, sevgiyi yaşamında bir türlü bulamamıştı. O sevinme ile acıyı hep bir arada yaşamıştı. Hatta sevinmeyeyim, acı ile de karşılaşmayayım diye de çoğu zaman düşünmüştü. İşte böyle düşünceli bir gününde yürümeye başlamıştı.
Yağmurun çiselemesi onda mutluluk duygusunu uyandırmıştı. Ne güzel yağmurla toprak bir birlerini kucaklıyorlar diyordu. Mis gibi de toprak kokusu yayılıyordu ortalığa. Ne güzel, yağmur toprağa can veriyor, mutluluk veriyor. Toprak aylardır yağmura hasret. Ne güzel, birden hasret bitti, kucaklaştılar. Bir taraftan yürürken diğer taraftan da başındaki karmaşık düşünceleri sıraya koymaya çalışıyordu.
Eski Amerikan Konsolosluğunun yanına vardığında birkaç çocuğun bir araya gelerek oyun oynadığını gördü. İçinde büyük bir sevinç oluştu. Bu yağmurlu havada dışarıya çıkmışlar arkadaş grubu olarak bir oyun oynuyorlardı. Yolun bir kanarında durdu. Gelen geçeni engellememek ve oynayan çocukları daha iyi seyrede bilmek amacıyla. Çocukların oyunlarını izlemeye başladı. Çocuklar “Yağ satarım Bal satarım” oyununu oynuyorlardı. Birden çocukluğu aklına geldi. O da az oynamamıştı bu oyunu. Mendilin topuzunu sırtına az indirmemişti ebeler. Çocukların büyük bir sevgi gösterisi içinde olduğunu düşünüyordu. İşte bu yağmurlu havaya bile bu çocuklar dışarıda bir birlerini nasıl sevdiklerini kanıtlıyor gibiydiler. Bir birlerini seven insanların nelere katlanabileceğini anlatıyorlardı bu yağmurlu havada. Çok mutlu olmuştu. Keşke dedi, keşke o da mutluluğu ve sevgiyi tadabilseydi. Kaç yıl olduğunu hatırlamıyordu sevgi dolu, mutluluk dolu sözcükleri duymayalı. Ama bu küçücük çocukları sevgiyi bulmuşlar. Bir birlerini sevmişler ki bu hava da bile oyun oynayabiliyorlardı. Bu düşünce ve duygularla dalmıştı ki, çocuklardan biri:
– Hayır, bana ne, bana ne, Ahmet mızıkçılık yaptı. Kabul etmiyorum, dedi.
–          Ali; ben hiç bir şey yapmadım. Kimseye de bir şey göstermedim.
– Gösterdin. Ben gördüm. Hem güldün, hem elinle beni işaret ettin. Mendili yeniden saklayacağım, dedi.
–    Sen de hep mızıkçılık yapıyorsun. Ne zaman işine gelmese bir bahane uydurup oyunu bozmak için çalışırsın. Bir defa da olsun mızıkçılık yapmasan olmaz.
–    Çocuklar, dedi Mustafa Bey. Kavga yapmanıza gerek yok. Tartışmayın öyle. Hele bir birinizi sakın kırmayın. Ben uzun zamandır şu köşede sizleri izliyordum, dedi. Tam bu sırada bir çocuk Mustafa Bey’i hakem yapmak istedi.
–    Amca, mademki bizi izliyorsun, gerçekten doğruyu söyler misin? Kim hatalı?
–    Mustafa Bey; çocuklar benim gördüğüm kadarıyla Ali arkadaşınız oyunda hile yapmadı. Sanırım Mehmet arkadaşınızın canı sıkıldı oynamaktan. Kurtulmak için böyle bir işe girişti. Değil mi Mehmet? dedi.
–   Mehmet; evet, benim canım sıkıldı. Başka bir oyun oynayalım, dedi.
–   Ayşe; ben senin olduğun grubun içerisinde bundan sonra oyun oynamam. Ne zaman oynasak bir bozgunculuk yapıyorsun, dedi.
–   Mustafa Bey; çocuklar, oyunu oynamayı bırakın. Yalnız oyunu bir arkadaşınız bozmuş olabilir. Ancak, bakın, gördüğüm kadarıyla sizler aynı mahallenin çocuklarısınız, değil mi?
Çocuklar hep bir ağızdan; evet, dediler.
–   Bakın arkadaşınız bir hata yaptı. Bu hata affedilmez bir hata değil. Ama sizler bu yanlışın üzerine gider ve tartışmalarınızı uzatırsanız, bir birinizi kırarsınız. Bir daha bir birinizin yüzüne bakamayacak duruma gelirsiniz. Lütfen böyle bir yanlışı yapmayınız. Bir birinizden özür dilemeyi de unutmayınız, dedi.
Çocuklardan biri; ben onu bunu bilmem, bu arkadaşımız bütün oyunlarımızda bize böyle davranıyor, dedi.
–    Mustafa Bey; çocuklar bunun da bir kolayı var. Ancak size bir şey söyleyeyim mi çocuklar?
–   Buyur amca.
–   Siz bu çiseleyen yağmurun altında biraz ıslanmışsınız. Bir üstünüz kirlenmesin diye de dikkat ediyor bazılarınız. Hani eve gidince anneniz kızmasın diye. Bana kalırsa bu yağmur biraz sonra daha da hızlanacak. Evde bu sefer neden ıslanıncaya kadar dışarıda bekledin diye evden kızabilirler. Bugün akşam yatınca yaptıklarınızı düşünün. Kim hatalı kim yanlış yaptı, benim bu olumsuzlukta yanlış payım ne kadar diye düşünün. Kendinizi boşu boşuna üzmeyin, kırmayın olmaz mı? Bugünlerin tadını çıkarmaya çalışın. Haydi yağmur yenden başladı. Herkes evine, ıslanmayı bakalım. Sonra bu ahmakıslatan yağmur, sizleri hasta yapabilir.
Mustafa Bey, çocuklara el sallayarak onlara veda ederken Hatay caddesi üzerinde Noktaya doğru çiseleyen, o ahmakıslatan yağmur altında yürümeye devam etti. Bir taraftan da sevgi mutlu mutluluk üzerine düşünmeye devam ediyordu. Mutluluğu, sevinci bir gün olsun acısız yaşamak istiyordu. Dostlarının, tanıdıklarının mutluluğunu gördükçe imreniyordu, ama asla kıskanmamıştı. Hatta çoğu zaman onlara; “ Sakın bir birinizi kırmayın. Mutluluk her zaman sizinle olsun. Bir birinizi kırmayın. Bir gün pişman olmak istemiyorsanız; biriniz kızgın iken diğeriniz sussun. Bir işi yaparken bir birinize danışın, basen çevrenizdekilere de danışın. Uygulamak istemeseniz de yine akıl alın ve kararınızı ondan sonra verin. Hata yaptığınızda mutlaka özür dilmeyi unutmayın. Birde; sensin, ben diyerek ayrımcılık yapmayın. Senin ailen, senin paran, benim param diyerek bir birinizi asla kırmayın. Saygılı olun, karşılıklı saygı gösterin, ufak şeylerle de olsa mutlu olmaya bakın. Bu yıllar çabucacık geçer. Geri getirmeniz mümkün değil. Elinizde var olanlarla yetinin. Niye yok, getireceksin, yapacaksın, ben anlamam, ne zaman elinde var oldu ki demeyin bir birinize. Siz siz olun sağlığınıza dikkat edin…
Tam böyle düşünerek giderken acı bir fren sesiyle irkildi Mustafa Bey. Tam Renkli otobüs durağına yaklaşmıştı. Birden insanlar koşuşturmaya başladılar. Mustafa Bey’de adımlarına hızlandırmıştı. Çevreden insanların bağırmalarını duyuyordu. “- Koşturun, yardım edin, ambulans çağırın, itfaiyeyi arayın!!!” sesleriyle olay yerini vardı. Mavi tempra marka bir arabanın sürücüsü cadde üzerinde sürat denemesi yapmaya karar vermiş olacak ki, direksiyon hakimiyetini kaybetmiş. Durağın dibindeki çam ağacına tırmanmak istemiş. Tırmanırken ise ne yazık ki durakta bekleyen 25 yaşlarındaki genç bir bayanı da önüne alarak ağaç ile kucaklaşmış. Çam ağacı eğilmiş, kadının yarı beline kadar olan kısmı arabanın altın, diğer yarı kısmı ise çam ağacı ile arabanın arasında kalmıştı. Hani yıllarca uğraşsanız o şekilde bir kaza yapmanız mümkün olamaz. Bu arada kaza yapan genç şokta. Dümdüz yolda ben bu ağaca nasıl çıktım diye düşünüyordu.
Arabanın içerisinde üç genç delikanlı vardı. Onlarda yetişenlerin yardımı ile arabadan çıkarıldı. Bu arada yakın trafik polisi olay yerine gelmiş, çevreyi kontrol ediyor, merkeze telsiz ile bilgiler veriyordu. Arabanın içinde bira şişeleri dans eder gibi dağılmışlar, arabadan çıkan bir genç elindeki bira şişesinden yudumlamaya çalışıyordu. Ancak ne olduysa o yudumdan sonra oldu. Kurtarma çalışmaları yapan vatandaşın; “ Yeterin artık kardeşim. Gencecik kızı öldürdünüz, siz hala içmeye devam ediyorsunuz. Siz ne biçim insansınız, adiler, şerefsizler, ahlaksızlar.” Diyerek iki gence de vurmaya başladı. Bu arada diğer vatandaşlarda şoförü eline aldılar. Polis ise tek başına duruma müdahale ederken motorlu ekiplerin gelmesiyle gençleri linçten kurtardılar. O arada ambulans ve itfaiye kurtarma ekibi gelmiş olaya müdahale ediyor ve halkı açılmaya çağırıyordu.
Mustafa Bey, yine başını öne eğerek üzüntülü bir durumda yürüyüşü yarıda keserek eve döndü. Evin kapısından içeriye girdi. Salona doğru yürüdü. Yorgundu, düşünceleri karma karışıktı. Bir saat içerisinde yaşadıkları onu üzmüştü. Boş gözlerle salonu incelemeye başlamıştı. Yaşamı, çocukluğundan beri yaşadığı o acı, tatlı anıları gözünün önünden bir film şeridi gibi geçip gitti. Koltuğa yavaşça oturdu. Ellerini havaya kaldırdı; “ Allah’ım, sana şükürler olsun. Yalnızım, yanımda çocuklarım yok, dertleşecek kimsem yok. Ama bu halime de şükür. Benden daha da beterleri var. Hiç olmadı bulunduğum ev kiralık da olsa başımı sokacak bir evde oturuyorum. Benden beter durum da olanları düşünürsem, ben onlara göre daha şanslıyım. Mutluluğu dışarıda aramama gerek yoktu. En güzel mutluluk elinde var olanlarla yetinmek, yarınına dikkat etmek, sadece yaşama gülümseyerek bakabilmek önemli…” dedi, olduğu koltukta yorgunluktan gözleri kapanmış, elleri öyle yanı başına inivermişti.

Davutlar / 14.02.2006
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Şair Yazar
www.kafiye.net