“Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün; ya da göründüğün gibi ol.”
-Mevlâna Celâleddin Rûmî

Günaydın Kuzucuk                                       BÖLÜM BİR

Koyu mavi duvarlı müstakil ev, geniş, yeşil bahçenin tam ortasına inşa edilmişti. İki katlı, çelik kapılı, kırmızı kiremitli bir evdi yeni evimiz. Hoş, pek de yeni göründüğü söylenemezdi. Bizden önceki sahibi iyi kullanmış olabilirdi ama yıllara meydan okuduğu, yakından incelendiğinde farkına varılan yıpranmış dış cephesinden anlaşılıyordu. Sağlam görünüşlü çelik kapı kirişinin görünümü, orta yaşlı bir insanın göz kenarlarında oluşan kırışıklıkları andırıyordu.

Bahçe kapısının önünde öylece dikilip, eve girip çıkan nakliyecileri izledim. Sonunda evi
döşemeyi bitirmişlerdi. Babam adamlardan birisiyle tokalaştı. Ardından beş kişilik nakliyeci grup bahçeden çıkıp kamyonlarına bindiler ve arkalarında yüz buruşturmama neden olan bir egzoz bulutu bırakarak küçük sokakta gözden kayboldular.

“Artık içeri girebilir miyim?” diye sordum babama düz bir sesle. Bana ışıltılı gülümsemelerinden biriyle baktı. Babam, bir inşaat mühendisiydi. On üçüncü senesini, ‘memleketim’ dediği bu şehirde, İzmir’de, çalışmak isteyince buraya taşınmıştık.

“Evet, burası artık senin evin. Ayrıca surat asmayı bırakmalısın. Göreceksin, İzmir’i seveceksin.”

“O kadar emin değilim,” dedim. Bahçe kapısını itince gıcırdayarak açıldı. Yavaş adımlarla bahçeyi geçip kapıya doğru yürüdüm.

“Bu kadar soğuk davranmamalısın Zeynep,” dedi babam. Derin bir nefes alıp ona baktım. Gür, siyah saçları şakaklarında beyazlamaya başlamıştı. Beyaz tişörtünün önü, taşınan eşyaların tozları yüzünden kirlenmişti.

Sırt çantamın kayışını düzeltip içeriye girdim. Siyah beyaz koltuklar sağ taraftaki büyük salona yerleştirilmişti. Plazma televizyonun, beyaz halının, siyah fonlu beyaz perdelerin görüntüsü hem çok yakın, hem de çok uzaktı.

“Eşyalarını yukarıya çıkarttım,” dedi annemin sesi. Sol taraftaki mutfaktan başını uzatmış gülen gözlerle bana bakıyordu. İnce bedenine bir önlük bağlamıştı. Yegâne hobisi olan yemek pişirmeye geldiğimiz an başlamasına şaşırmamıştım. Sanırım bazı şeyler hiç değişmeyecekti.

Kapıyı arkamdan kapattım. Babam hala dışarıdaydı, telefonda birileriyle konuşuyordu. Ayaklarımı sürüyerek ahşap merdivenleri çıkıp ikinci kata geldim. Beyaza boyanmış ahşap kapılar eve daha itici bir hava veriyordu. Karşıma ilk çıkan aralık kapıyı itince, doğru odaya geldiğimi anladım. İçeriye girip kapımı kapadım. Mor tonlarındaki odam eski evimizdeki gibi döşenmişti. Kare şeklindeki odama şöyle bir göz gezdirdim. Pencere kenarında duran küçük saksıda ki beyaz begonyaları evin eski sahibi taşınırken unutmuş olmalıydı. Eh, en azından yalnızlık çekmeyecektim. Yani, bazen.

Siyah sırt çantamı yatağımın üstüne fırlatıp kotumla tişörtümü çıkardım. Eşofman takımımı giydikten sonra örgülü saçımı çözüp elbise dolabımın boy aynasındaki yansımama baktım. Annemden aldığım uzun kestane rengi saçlarım, babamdan aldığım koyu kahverengi gözlerle tamamlanmıştı. Eski okulumdaki herkes saçlarıma bayılırdı. Yakın arkadaşım Gizem her zaman benim saçlarıma sahip olmayı istediğini dile getirirdi. Eski anılarımı hatırlayıp acı acı gülümsedim.

“İzmir,” diye homurdandım. Son derece yabancıydı. Odamın aynı şekilde döşenmiş olması hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Artık Antalya’da değildim. Artık Konyaaltı’ndaki lüks,havuzlu villamızdaki, özel banyosu olan geniş odaya sahip değildim. Artık Konyaaltı İlköğretim Okulu’na da gitmiyordum.

Pencere kenarında sessizce duran saksıdaki begonyaların yanına gittim. İşaret parmağımla onun mükemmel beyaz çiçeklerinden birine dokundum. “Çünkü aşırı milliyetçi babam sözde memleketinde çalışmak istiyor. Neden kimse beni düşünmüyor ki?” Bir çiçekle konuşmaya başlamıştım. Evet, kesinlikle deliriyordum.

Saçlarımı sırt çantamdan çıkardığım tarakla tarayıp tepemde topladım. Ellerimi belime koyup yapılacaklar listesini gözden geçirdim.

* * *

Akşam yemeğinde, yaz tatili bittikten sonra başlayacağım Emlak Bankası İlköğretim Okulu’nun kitapçığını incelerken bir yandan da spagettimden lokmalar alıyordum. Kitapçığın üstünden sessizce yemeklerini yiyen annemle babamın bakıştıklarını görebiliyordum.

“Nasıl? Yeni okulunu sevdin mi?” diye şakıdı annem. Katalogu masaya bırakıp çatalımı masaya koydum.

“Önemli olan içindekiler,” dedim.

“Kısa sürede alışırsın,” diye lafa girdi babam. Yorum yapmadım. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Sekizinci sınıfa geçen bir öğrencinin ilköğretimindeki son yılı, yeni bir okulda geçerse, her şeyin tepe taklak olacağını anlamalarını beklemiyordum. Neticede onlar 14 yaşında değildi. Onların yüzüne bakıp, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, diye bağırmak istiyordum ancak bunu yapmam bir şeyi değiştirmezdi.

“Umarım.” Katalogu tekrar elime alıp sayfalara göz gezdirdim. Alt bölümdeki okul aktiviteleri bölümünü incelerken zil çaldı. Üçümüz kısa bir süre bakıştık. Ardından annem masadan kalkıp kapıyı açmaya gitti. Üst kilidi çevirip kapıyı açtı. İnce bir kadın sesi salonda çınladı.

“Yeni komşularımıza bir merhaba diyeyim dedim!” Sessizce oflayıp babamın ters bakışlarına maruz kaldım. Annem aşırı-komşu-sever komşumuzu içeriye aldı. Kadın koyu kızıl saçlıydı, kırklı yaşlarda görünüyordu. Elindeki geniş tabağı anneme verip yemek masasına doğru baktı ve kocaman gülümsedi.

“Masaya buyurmaz mısınız?” diye teklifte bulundu annem. Kadın başını sallayınca kısa saçları hopladı.

“Çok sağ ol Hasibeciğim, ben evde yedim.” Tek kaşımı kaldırarak babama baktım. Kadın ailemizle ilgili merak ettiklerini başkalarından öğrenmişti anlaşılan.

“Ah, telaşla kendimi tanıtmayı unuttum. Ben Meral, bir blok ilerinizdeyim.”

Annem sevecenlikle gülümseyip eliyle içerisini işaret etti. “İçeriye girin, size bir kahve ikram edeyim öyleyse.”

Kadın yemyeşil gözlerinde bir ışıltıyla içeriye girdi. Babam hemen ayağa kalkıp kadınla
merhabalaştı. Kadına şöyle bir gülümseyip anneme dudak hareketleriyle odama çıkacağımı söyledim. Annemin cevap vermesini beklemeden masadan kalkıp merdivenlere yöneldim. Hiç komşu sohbeti çekecek havamda değildim.

Odama girip ışığı açtım. Sıkıcı görünüşlü flüoresan lamba birkaç tekleme sonunda açıldı. Kendimi yatağıma atıp gözlerimi ovuşturdum. Üzerimde yorucu geçen bir günün yorgunluğu vardı. Antalya’dan İzmir’e yaklaşık altı saatte gelebilmiştik. Yolculuk boyunca arabamızda uyuklasam da yumuşak yatağımla araba koltukları asla kıyaslanamazdı.

Yatakta dönüp, komodinimin üstündeki Mp3 çalarımı kaptım. Kulaklıklarımı takıp müziğin sesini sonuna kadar açtım. Başımı yastığıma gömüp ağzımın içini dişledim. Acı ağlamama engel oluyordu. Kafamın içinde sislere bürünmüş anılarım uçuşuyordu. En yakın arkadaşım Gizem’in bana yılbaşı çekilişinde aldığı tüylü, sevimli ayıcık aklıma gelince düşündüm; şu anda muhtemelen yatağımın altındaki boşaltılmamış özel eşyalar kutumdaydı. Ani bir dürtüyle yataktan zıplayıp, halımın üstünde dizlerim üzerine çökerek karton kutuyu kendime çektim. Evet, ayıcık kutudaydı. Ona sımsıkı sarılıp, olmayan kokusunu içime çektim.

Ayıcığı bir kenara koyup, kutuyu karıştırmaya koyuldum. Renkli kalemler, küçükken tuttuğum günlükler, saç tokaları, takılar, ojeler hepsi kutunun içindeydi. Hepsi de küçük eşyalardı belki ama benim için çok şey ifade ediyorlardı. Onların içi benim hüzünlerim, kahkahalarımla doluydu. Günlüklerim benim için ikinci bir arkadaş gibiydi. Sıkıntılı zamanlarda tırnaklarımın hepsini farklı renklere boyayıp içimdeki farklı duyguları bu şekilde dışa vururdum. Siyah hırsı, kırmızı öfkeyi, pembe mutluluğu ifade ederdi benim için. Gözlerimden çeneme doğru bir ıslaklığın yayıldığını hissettim. Başımı kaldırıp pencere kenarındaki begonyalara baktım. “Her şeyimi çok özledim.”

“Her şey yolunda mı?” Babamın sesiyle irkildim. Hemen gözlerimi kurulayıp, omzumun
üstünden kapıya baktım. Başını beyaz kapının arasından içeriye uzatmıştı. Koyu renkli gözleri ters giden bir şeyi sezmişçesine endişeli bakıyordu.

“Hayır, değil,” dedim dürüstçe. Babam kaşlarını kaldırıp yavaşça içeriye süzüldü. Ellerini pantolonunun kenarına sürtüp ilk kez görüyormuş gibi eşyalarımı inceledi.

“Odandan memnun musun?” Sorusuna dudak bükerek karşılık verdim. Özel eşyalarımı karton kutuya yerleştirip tekrar yatağımın altına ittim. Ayağa kalkıp yatağımın kenarına tünedim. Babam ağır adımlarla yürüyüp yanıma oturdu. Gözlerimi yere diktim.

“İstersen yarın birlikte şehir merkezine gidip alışveriş yapabiliriz?” dedi. İç çekmemek için kendimi tutum.

“Elinden tutup birlikte park gezdireceğin küçük bir kız değilim ben baba. 14 yaşındayım.”

“Sadece bir teklifti.”

“Arkadaşlarımla gezmeyi tercih ederim ama görüldüğü üzere bir arkadaşım yok.” Bebekler gibi ağlamamak için kendimi tutuyordum. En son istediğim şey gözyaşlarımı babama göstermekti.

“Daha taşınalı bir gün bile olmadı Zeynep. Arkadaş edineceğinden eminim.”

“Benim yaşımdaki öğrenciler aralarına yeni katılan bir öğrenciyi kabul etmekten hoşlanmazlar,” diye uydurdum. Benim gibi bir kızı elbette kabul ederlerdi. “Özel bir yetenekleri olmadığı sürece ilgi odağı olamazlar.”

“Yetenekli bir öğrencisin. Eski okulunda sınıf birincisiydin. Aynı başarıyı yeni okulunda da göstereceğin konusunda sana olan güvenim tam.”

“Sağ ol ama aynı başarıyı göstereceğimi sanmıyorum.” Hınçla ayağa kalktım. “Bu sene SBS var baba. Beni düşünüp bir sene daha Antalya’da kalamaz mıydık? Ayrıca tenis oynamayı kesmek istemiyorum.”

“Bulvarın diğer yakasında bir tenis kortu var. Tenise burada da devam edebilirsin.”

“Anlamıyorsun. Tek sorun spora ara vermem değil. Arkadaşlarımı özledim. Hem de çok.”

Babam derin bir nefes aldı. Yüzündeki çocuksu, masum ifadeyi görünce içimdeki buzların eridiğini hissettim. Onu üzmüştüm. Ciddi derecede. Yatağa tekrar oturup gülümsemeye çalıştım.

“Aslında haklı olabilirsin. Belki de İzmir o kadar kötü bir yer olmayabilir.” Babam hevesle başıyla onayladı.

“İşte böyle. Yüzün gülsün biraz. Sen üzüldükçe biz de üzülüyoruz.” Uzanıp sırtımı sıvazlarken ve bana iyi geceler dileyip odamdan çıkarken yüzümdeki gülümsemenin solmamasına dikkat ettim. Kapımı kapatınca homurdanıp kendimi sırt üstü yatağa bıraktım.

* * *

Sabah uyandığımda başucumdaki saat onu gösteriyordu. Çarşafları üzerimden atıp gerindim. Gece devamlı saçma sapan rüyalar görmekten düzgün uyuyamamıştım. Ayrıca boynum fena halde tutulmuştu. Gözlerimi kırpıştırıp halıya vuran parlak ışınlara baktım,  güneş, tül perdemden içeriye süzülüyordu. Begonyalar yüzlerini güneşe doğru dönmüştü.

Odamdan çıkıp banyoya gittim. Ellerimi ve yüzümü yıkayıp, enseme soğuk su çarptım. İzmir’in Temmuz’u can sıkacak seviyede sıcaktı.

Tekrar odama döndüm, koyu mavi geceliklerimi çıkarıp üstüme büyük boy Süperman tişörtümle pamuklu eşofman altı geçirdim. Saçlarımı tarayıp tepemde topuz yaptım. Merdivenleri inip mutfağa girdiğimde annemin kahvaltı masasını hazırlamakta olduğunu gördüm. Başını cızırdayan tavadan kaldırıp bana baktı. Yüzünü kocaman bir gülümseme kapladı.

“Günaydın kuzucuk.”

“Günaydın,” diye mırıldandım. Duraksayıp arkama, salona baktım. “Babam nerede?”

“Ekmek almak için markete gitti. Birazdan döner.”

Kahvaltı masasına oturup ince dilimlenmiş salamlarla dolu tabaktan bir salam aldım. Sandalyemde arkama yaslanıp yavaş çene hareketleriyle salamımı çiğnedim. Daha çok ot yiyormuşum gibi hissediyordum. Ağzımın tadı yoktu sanki.

Yarım salamı tabağa geri bırakıp masadan kalktım.

“Ne oldu?” Annem elindeki tavayı ocaktan alıp masaya koydu. Elini önlüğe sildi.

“Aç değilim. Biraz dışarı çıkıp dolaşacağım. Patenlerim arka bahçede değil mi?”

“Bir şeyler yeseydin?” Oflayıp anneme cevap vermeden arkamı döndüm. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp odama girdim. Kısa süre düşündükten sonra Süperman tişörtümün altına elbise dolabımdaki kot şortu geçirdim. Çoraplarımı giydikten sonra, saçlarımı çözüp sırtımdan aşağı dökülmelerine izin verdim. Dizliklerimi giydim, yanıma Mp3 çalarımı da aldıktan sonra odamdan çıktım.

Merdivenleri inip anneme hoşça kal demeden dışarıya çıktım. Gözlerimin parlak güneşe alışması kısa sürdü. Ciğerlerime temiz hava çektim. İzmir’in havası Antalya’dan daha mı temizdi? Hayır, diye düşündüm. Hiçbir şey Antalya’mın yerini tutamazdı.

Evin arkasına dolaştığımda koyu gri patenlerimi evin arkasındaki küçük depoda buldum. İki elimle patenlerimi kucaklayıp bahçe kapısından dışarıya çıktım. Hemen patenlerimi ayağıma geçirdim ve sağlı-sollu bacak hareketleriyle dümdüz kaldırımda ilerlemeye başladım. Artık İzmir’de yaşayacaksam çevreyi tanımam gerekiyordu.

Bir süre evin dış çemberinde dolaşmaya devam ettikten sonra boş yola çıkıp paten sürmeye orada devam ettim. Babam, yaşadığımız bulvarın, Hasan Ali Yücel Bulvarı’nın, karşı yakasında bir tenis kortu olduğunu, arkasındaki caddede ise Olaf Palme Parkı olduğundan bahsetmişti. Sanırım çevreyi tanıma işime ilk olarak Olaf Palme Parkı’na giderek başlayacaktım.

Hilal GÜMÜŞ
www.kafiye.net