YILLARA SİTEM

İlkbahar mevsiminin bitimi yaklaşmış, sıcaklar bastırmış, İzmir cayır cayır yanıyordu. Ahmet Bey, evinin balkonuna oturmuş, çayından yudumluyordu. Hani biraz da sıcaktan olsa gerek uykusu da gelmişti. Birden hayale daldı ve derin düşünceler içerisinde neredeyse gözleri kapanıyordu. Kendi kendine:
–   Hey gidi günler hey! Zaman ne de çabuk geçiyordu. Çocukluk yıllarıma bak, bir de şimdiki zamana. Hey güzel Allah’ım! Ne kadar zor geçti o çocukluk yıllarım.
Ahmet Bey iyice dalmıştı. Bir ara gözlerinden yanaklarını ıslatan bir iki damla göz yaşı yanaklarından yavaşça aşağıya doğru süzülmüştü. Çocukluğundaki o yılları düşünmüştü. Onun gözlerinin yaşarmasına neden o yıllar. Ah o yıllar, ah o çocukluk yılları.
–  Oldum olası fırtınalı günlerden hep korkarım. Çünkü bütün çocukluğumu alıp götürmüştür fırtınalı geceler. Yağmur, kar benim için bir daha unutulmamak üzere toprağa gömülmüştü. Hem de asla hatırlanmamak için di ama, ne yazık ki bir türlü unutamıyorum. Nedense fırtınalı günlere ve gecelere bir türlü alışamadım. Ne zaman bir fırtına çıksa, yaşamımdaki, bilhassa o çocukluğumdaki fırtınalı geceler aklıma gelir bilir misiniz? Hani o korkunun, üzüntünün, acıklı günlerin yaşandığı o çocukluğum. Mutluluk ile acıyı bir anda yaşadığım yıllarım. Mutluluğu beklerken acılarla geçirdiğim yıllar.
–  Bilir misiniz, çocukluğum ve gençliğim fırtınalı günlerle dolu. Sizin düşündüğünüz gibi mutluluktan, zevk ve sefadan kaynaklanan hızlı bir çocukluk ve son sürat geçen gençlik olarak sakın ele almayın ve düşünmeyin. Çocukluğumda aile kavgalarından; anne baba, ailenin akrabaları arasında ki kavgalardan nefret ediyorum. Bayram ve yakın akraba düğünleri bile bu kavgaların çıkmasını, olmasını ne yazık ki bir türlü önleyemezdi. İnanın çocukluğumda bayramın gelmesini hiç istemezdim. Çünkü her bayram babamın annemin kardeşleri, babaları ile mutlaka kavga yapar, bayramın tadı kursağımızda kalırdı. Ne yazık ki ben her ne kadar bayramları istemesem de gelir ve bizim evimizi hep teğet geçerdi. Başka çocukların bayramını yapar, benim bayramımı ise kutlayamadan üzgün gözlerle beni süzer, bana doğru; “ Bir aksilik olmazsa diğer bayramda sana mutluluk getireceğim, sakın üzülme, hiç gözyaşlarını dökme. Gelecek bayram sevinçten o gözyaşlarını akıtacaksın, tamamı.” derdi her seferinde. Ben her ne kadar bayramın gelmesini istemesem de o gelirdi. Fakat öyle bir geçerdi ki, ne oluyorsa bayramın ikinci günü oluyordu. Her geçen bayram, bir sonra gelecek olan acılarla geleceğini çok açık biçimde gösterirdi ve ben bu nedenle bayram gelmesin isterdim. Bayramlar; içimde fırtınalar kopararak geçerdi. Her bayramda el öpmeden biraz sonra ve yemek sırasında; senin benim, senin malın benim malım, mal mülk kavgaları yaşanır, sofrada çatal kaşıklar atılır, ekmekler büyük bir hışımla bezin üstüne, yer sofrasına atılırdı. Ben sine bildiğim kadar sinmeye çalışırdım. Fırtınaların ve şimşeklerin kopacağı belli olmuştu. Birden babamın sesi:
– “ Haydi toparlanın, gidiyoruz,” derdi.
Annem korkudan olacak, alçak bir sesle:
– “ Bey, henüz daha yeni geldik. Yemeğimizi yemedik. Neden hemen geri gidelim. Bir bayram olsun kavgasız oturamayacak mıyız sofranın başına?”, derken, babam sert, yüksekten çıkan birselse:
– “Haydi kalkın dedim size. Bana ikinci bir defa söyletmeyin,” derdi.
Bunun üzerine zavallı annem, ortalığı yumuşatmanın yolunu ararken:
–  Bey, bak daha babam, annem ve kardeşlerimle tam bayramlaşamadık. Ne olur bugün bari kavga yapmadan bir bayram geçirelim. Her gün buraya gelebiliyor muyuz? Diyecek olurdu. Demesiyle birlikte sözcükler de artık boğazında düğümlenirdi.

Babam sinirlenmiş, düşünemiyor, sadece kalkmayı, biran önce bu evi terk etmeyi düşünen biri olarak; ne çocuklarının düşüncelerini, ne onların bayramlarda çektiklerini, ne de onların beklentilerini görmeden başlardı bağırmaya:
– “ Kalkın dedim sizlere. Gideceğiz! Bu hayvanların, bu mal düşkünlerinin, bu dedikoducuların evinde oturup bayramlaşmaktansa sokakta köpeklerle dolaşırım. Kalkın diyorsam kalkın. Kalkmak istemeyen kalsın, bir daha benim yanıma gelmesin,” derdi.

Bu fırtınanın sonunda; dayılarım. Anne dedem ve anneannem boyunlarını büker, gözlerinden yaşlar akarak evlerinden bizleri uğurlarlardı. Dayılarım sırf bizleri düşündükleri için babama ve amcama bir şey demez, ses bile çıkarmazlardı. Tartışma başlayınca kavgaya karışmamak için hemen evi terk etmeye başlarlardı. Olan bizim gibi çocuklara olurdu.

Akşam olmuştur artık. Köyde elektrik olmadığı için her taraf zifiri karanlıktır. O sene bayramlar kış aylarına geldiği için ya yağmur bulutuna yakalanırdık, ya da kar fırtınasına. İçerideki fırtına yetmiyormuş gibi birde bu doğa koşullarının fırtınasına yakalanıyorduk. Biz sofradan istemeyerek, dışarıya çıkardık. Babam, öfkesini, sinirini sanki bizden çıkarırdı. Babamdan zıngıtı yerdik. Bir bakmışsınız babam:
– “Yürüyün lan eşekler. Bir daha bu eve gelinmeyecek, tamam mı? Bir daha buraya gelmek yok! Bu eve bir daha gelirseniz sizleri gebertirim! Anlaşıldı mı?” derdi.

Biz artık bu sözden sonrasını hiç duymuyorduk. Babam ne söylerse söylesin, bizler ağlamaktan, gözyaşı dökmekten, hiçbir sözü duymuyorduk. Ancak korkumuzdan yüksek sesle de ağlayamıyorduk. Bu zıngıtların sonunda babam bizlere gözdağı vermekten de geri kalmıyordu. Fırtınanın, soğuğun vurduğu yetmiyormuş gibi, çıplak olun yüzümüze, ense kökümüze Osmanlı tokatını vurduktan sonra, futbol topuna vurur gibi bir de popomuza tekmeyi yapıştırırdı.
İstemeyerekte olsa, içimizden ağlayarak, içimizde: bayramlara, kişilere, babalara, büyüklere bir nefretle, kin duyarak, iki gözü iki çeşme sendeleye sendeleye yol alıyorduk. Ne günlerdi Allah’ım o günler. Zavallı annem iç çekerek ağlardı. İçinden benim kadar babama karşı bir nefret duyduğuna, lanetlerin, bedduaların bin bir çeşidini ettiğine inanıyordum. Bir taraftan da bizleri teselli etmeye çalışırken; susun, sessiz gidelim der gibi baktığını o karanlık gecede görür gibi oluyordum.Bir taraftan tokatın acısı, diğer taraftan soğuğun şiddetiyle yüzüm cayır cayır yanıyor ama yine sesimi çıkaramıyordum. Tek çaremiz ise yürümekti.

İşte bu nedenledir ki fırtınalı geceleri hiç sevmem. Bende çok derin yara izleri bırakmıştır. Çocukluğumda, çocukluk yaşamımda kopan bu fırtınalı yaşam, lise öğrenimim bitinceye kadar devam etti. Be o çocuk aklımla babama, bilebildiğim ne kadar beddua var ise yapardım. Bütün arzum bir an önce büyümek, ailemden en kısa zamanda ayrılmaktı. Ailemin yanında kalsam ne olacaktı. Hep kavga, hep kavga! Bilhassa babalar çocuklarının yaşamını neden düşünmezler ki? Neden hep kendi çıkarlarını düşünürler? Neden çocuklarının da bir sevgiye, şefkatle, bir bayram günü bile olsa yakınlaşma yapmazlardı çocuklarına. Babalar hiç mi çocuk olmamışlardı acaba. Yoksa benim babam hiç mi çocuk olmadı.?

Ahmet Bey, oturduğu yerden kalktı, bardağındaki çay bitmişti. Mutfağa gitti, çayını tazeledi. Balkonda biraz ileri geri yaptı. Oturmuş olduğu ev zemin olduğu için evin bahçesi de vardı. Çocukluğundan beri çiçekleri de çok severdi. Bahçesine sırtında çuvallar dolusu verimli topraklar da taşımıştı. Bahçeyi görünce aklına annesi geldi. Ailesinin yanına çocukluğunda gelip gittikçe anası ona babasından habersiz çamsakızı çoban armağanı cinsinden birkaç kuruşu cebine koyuverirdi. Annesini çok seviyordu ama annesinden de çok uzaklara gitmişti. Sırf aile kavgaları ve babasının benlik ve her şeyi ben daha iyi bilirim sevdası yüzünden babasına karşı neredeyse acımasız bir evlat olma yoluna gidecek gibiydi ama olamazdı. Sonunda babamdı diyerek ne affede biliyor, ne de yakınlaşmak istiyordu. Bahçedeki çiçekleri süzdükten sonra hafif bir gülümse ile çevresine gülücükler dağıtmaya başladı. Yavaşça az önce kalkmış olduğu sedirin üzerine oturdu. Çayından yudumlarken yine düşünmeye devam ediyordu.

Lise yıllarımın bir kısmı ailemden uzak geçmişti. Ama bu ayrılıklar yaz tatillerinde sona eriyor, ailemin yanına dönüyordum. Amcam ve babaannemin içten pazarlıklı olmaları, sadece babaannemin babamın kardeşini daha çok koruma arzuları nedeniyle bu fırtınalar ailemizin içerisinden bir türlü gitmedi. Yaz tatilleri, dini bayramlarda zorunlu olarak hep bir araya geliyorduk. Aslında gelenek, görenek ve aile bağlarının kopmaması açısından bir araya geliyorduk ama, asıl bir araya gelmemiz büyük aile facialarına neden olacak gibiydi.

Bu kavgalar, bu korku dolu fırtınalı yıllar, beni çok sevdiğim ailemden uzaklara kaçmama neden oldu. Annemin hiçbir suçu olmamasına karşın babamın yaptıklarından dolayı kilometrelerce uzaklara gitmek, bir daha geri dönmemek için her gece yatmadan önce küçük ellerimi havaya kaldırır:
– “ Allah’ım! Bu kavgalardan, haksız yere dayak yemekten bıktım. Annemin bu olaylarda hiç suçu yok. Aslında ona da acıyorum. Çoğu haksız yere babamdan dayak yemekte. Abim zaten dışarıda. Kız kardeşim daha çok küçük. Onların da hiç suçu yok. Beni çok ama çok uzaklara öyle bir at ki, bayram günleri bile buraya zor geleyim. Hiç olmadı gelemedim, göremedim diye ağlayayım. Bayramda ellerini öpemediğim için ağlamış olayım.” diyordum.

İşte bu duygular nedeniyle ailemden, memleketimden çok ama çok uzaklara kaçayım diyordum her defasında. Sonunda dualarım kabul oldu. Üniversite okumak için ailemden uzak bir yere gittim Okul bitince de yine aynı şehirde, yani İzmir’de öğretmenlik yapıyorum. Babamdaki bir takım tatmadığım duygularımda çocuklarımda yaşadım. Onlarla eşekçilik oynadım. Onları sırtımda taşıdım, onlarla beraber yan yana yürüdüm. Onlarla beraber çocuk olmaya çalıştım. Bu konuda ne kadar başarılı olduğumu bilmiyorum ama, çocuklarımla beraber çocuk olduğuma kesinlikle inanıyorum.

Birden bire duygulandı yine. Sağ elinin tersiyle yanaklarından gözyaşı damlalarını elinin tersiyle sildi Ahmet Bey. Bardağındaki çaydan son yudumunu da almıştı. Hala düşünüyordu. Bu fırtınalı kavgalar yüzünden şimdi ailesinden 400 kilometre uzakta, eşi ve iki kızı ile yaşamaya devam ediyordu. Bir taraftan da kendi çocukluğundaki yaşadıklarını çocuklarına yaşatmamak için çalışıyordu. Baba olmak zordu. Çocuklarına yaklaşmak, onlarla oynamak çok önemliydi. Onun babası hiçbir bayram kucağına almamış, yanaklarından bile doğru dürüst okşamamıştı. Yanına büyük kızının yaklaştığını bile fark etmemişti. Büyük kızının:
– “ Hayırdır baba. Çok sessiz duruyorsun. Hayrola gözlerin nemlenmiş. Ağlıyor musun yoksa.” demesine karşın, Ahmet Bey:
– Kızım. Ağlamıyorum. Güneşten gözlerim yaşardı. Biliyorsun gözlerimin güneşe karşı bir alerjisi var. Güneş ışınları gözüme vuruyordu uzun zamandır. Onun etkisi olsa gerek, dedi. Bunun üzerine büyük kızı:
– “ İnanayım mı?….”

İzmir / 26.02.2006
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Şair Yazar
www.kafiye.net