NE OLUR ARTIK AĞLAMA

Ağlıyorsun yine… Gözlerinden yanaklarına süzülen anıların, oyalanıyor bir süre yüzündeki derin çizgilerde. Sonra da çene ucundan damlıyor, dizlerini örten basma eteğine. Yıllardır öpülmeyen ellerindeki nasırlar, diken gibi batıyor yüreğine. “Belki” lerini gizlemişsin başucundaki renkli şekerlerin içine…
Bekliyorsun!
Bekleyeceksin biliyorum, gelmeyeceklerini bile bile!

Sana her sarıldığımda, sitemine bulaşıyorum kollarında. Bana değil sarılmaların anlıyorum, “gülüne” sarılıyorsun sen aslında. Tomurcukların buram buram kokuyor burnunun ucunda. Torun kahkahaları yapışmış, pencere kenarına dizdiğin her bir oyuncağın dudağına.

Başucuna astığın pembe bir emzik, yıllardır umutlarını somuruyor acımasızca.  Emziğin hemen yanında, diğer tekini bekleyen yün bir patik duruyor ve her gece, ısrarla sana kaybolan diğer tekini soruyor.

Kaç yıl geçti buradasın? Artık saymaktan vazgeçmişsin. Can sıkan sorular sorulduğunda, “Yıllar oldu işte ne bileyim” diyorsun. Hep canını sıkıyor biliyorum, insanların meraklı soruları. “Çocuğun var mı? Niye buradasın? Yanına geliyorlar mı?”

“Yok!” diyorsun, yüreğini yangınlara atarak. “Kimsem yok benim!” Ağrına gidiyor değil mi? Karnında, ilk kıpırtılarını duyduğunda heyecanlandığın, sancılarla dünyaya getirdiğin, üzerine titreyerek büyüttüğün kızını, gülünü yok saymak… Onlarca, yüzlerce, binlerce, yıllarca yok sayılmak… Torunların yerine oyuncakları kucaklamak… Hasretini, özlemini, öpülesi minik
ellerini, avuç içlerindeki nasırlarında saklamak…

Yumruk yumruk unutulmuşluğuna ağlamak… Analığını anımsamak… Kalabalık içinde yalnız yaşamak… Sorulan sorulara yalan cevaplar bulmak… Ağrına gidiyor biliyorum!

Her yıl, üç beş ilmek artırarak ördüğün bebek yelekleri, hırkalar; torunlarının ne kadar büyüdüklerini fısıldıyor kulağına. Oysa ne masallar biriktirmiştin onlar için koynunda. Ninniler ağıta kesmiş artık boğazında. Onlarca, boylarca, renk renk göz nurunu, umudunu saklıyorsun, karşında duran sandığa. Her yıl hırkalar bir boy büyürken, umutların da bir boy küçülüyor. Kimselere veremiyorsun… Kimselere diyemiyorsun… Bekliyorsun!

“Gülüm” diye severdin kızını değil mi? Güllere benzetirdin kokusunu. Kucağına aldığında onu, besbelli bambaşka duygular yaşıyordun…

Bir başka sarmış sarmalamıştın, pembe umutlu kundaklara… Bir başka yaşamıştın kendini, kızının çocuksu coşkularında.

Onun üzerine sermiştin sıcacık yüreğini, üşümesin diye. Hep onu işlemiştin, tek onu işlemiştin geleceğine umutla. O da sen yaşlandığında, gelecek yarınlarda, sana anne olacaktı nasılsa… Olmadı! Ne evlât olmayı becerebildi, ne de sana anne olmayı sindirebildi. Oysa iki çocuk dünyaya getirirken, senin anneliğini de düşünebilir, üstlenebilirdi.

Altı yıl önce seninle burada karşılaştığımda, kızına benzetmiştin beni. En çok da gülmemi! Bense, sıcacık bakışların yüreğime dokunduğunda, gözlerinde yeniden bulmuştum annemi.

Önce bana, bir şey anlatmamıştın. Bende sana hiç soru sormamıştım. Seninle o gün ilk kez karşılaşmıştık. Oysa yıllar öncesinden birbirimize aşinaydık. Aylarca döktüğün göz nurunu armağan ettin bir gülüşüme. Gülüşüm yüreğini ısıttığı için, şal örmüştün üşüyen bedenime.

Biliyormusun? En sıkıntılı anımda, en bunalımlı zamanımda, bana ördüğün şalı alıyorum omuzlarıma. Her ilmek sen kokuyor, işlediğin her çiçek sen oluyor teselli ağlarında. O anda içim acıyor, böyle ağlamaların geliyor da aklıma.

Adresi versen getireceğim torunlarını sana. Her seferinde mağrur bakışlarınla, “İsteseler gelirlerdi” diyorsun. Söz vermiştin bana ağlamayacaktın artık, ama…
İşte yine elinde o yün patik, duvarında pembe emzik… İşte yine oturmuş ağlıyorsun, huzur evinin küçücük odasında… Üşüyen anılarına ağlıyorsun… Bir de, yalan olan analığına!

Nesrin Göçtürk Kaya
www.kafiye.net