KALPAZAN’IN ÇAMAŞIRLARI

Burası Taksim’in arka sokaklarında yer alan, hiçbir zaman herhangi bir şehrin geniş caddelerine, ışıklı bulvarlarına adı konmayacak olan yıkık evlerin arasından yokuş aşağı kendini bırakan  Kalpazan Sokak. Gündüzleri, çöpçülerin adamakıllı süpürmekten nefret ettiği, esmer satıcıların, korsan kasetçilerin bağıra çağıra geçtiği, geceleri ağır alkol kokusunun olduğu ve sabaha kadar insan seslerinin, küfürlerin hüküm sürdüğü, polis baskınlarının ambulans seslerine yabancı olmadığı bir sokak. Yankesicilerin, ayyaşların, travestilerin, çam yarması gibi cüssesi olan iyi giyimli, kravatlı, ilk bakışta iş adamı havası veren yakışıklı görünümlü homoların, hapisten yeni çıkmış sözde kader mahkûmlarının ve kötü kadınların sokağı…

Evlerin balkonlarına, derme çatma makaralı iplere tutturulan, yaz mevsiminin güneşli günlerinde, kışın rutubetli ağır sislerinde sürekli sarkan çamaşırlarıyla gökyüzünü kapatan sokak.

Balkonlardaki saksılarda yaşamaya çalışan şebboylar ve camgüzelleri bütün gün durdukları yerden bu sokağı gözler. Ben de bu sokağı gözleyen müdavimlerdenim. Bu sokağı ve burada yaşayanları tanımak için birbirine karşılıklı bakan balkonlarda makara düzenekleriyle yapılmış iplere asılan çamaşırın yakından gözlenmesi gerektiğini düşünüyorum.İplerdeki çamaşırlara bakınca komşularımın karakterlerini, onların dünyalarını, yaşayışlarını, maddi kazançlarını, marka mı çarşı mı yoksa bitpazarından mı alışveriş ettiklerine dair en ince ayrıntıları çözebilirim.

Örneğin, soyadını veremeyeceğim, bir pavyonda çalışan Sarhoş Melahat… Erkek gibi kadındır. Ne günahını gizlemeyi bilir ne de sevabını. Dobralık, bir kadına bu kadar mı yakışır. Yaptığı işten utanmaz. Kadınlar arasında yaptığımız ayaküstü kahve sohbetlerinde erkeklerle yaşadığı komik durumları ayıla bayıla anlatır. Müşterilerinin kimbilir hangisinden hamile kalıp dünyaya getirmek zorunda kaldığı beş yaşındaki oğlu Kerem ve çocuğunun bakıcısı Mualla Hanım ile birlikte Güven Apartmanı’nın üçüncü katında yaşar. Çamaşırlarını asmak için kurduğu makaralı düzenek,   karşısında bulunan Kardeşler Apartmanı’nın üçüncü katındaki Nalân Hanım ve eşi Haydar Bey’in yaşadığı dairenin balkonuna tekabül eder.

Melahat, sokağına, geceden bırakılmış sidik kokularına küfür ederek, ağzından, bütün gece yuvarladığı rakı kokusunu geğire geğire dışarı atarak, yarı baygın halde sabaha doğru gelir. Sarhoş ve bitkin haliyle apartmanın kapısını açmakta zorlanır. Anahtarı bir türlü yerine oturtamaz. Bazı sabahlar dairesinin zilini bulamadığından, apartmanın bütün zillerine basar. Onun için üçüncü kat, beşinci kat fark etmez. Bilir ki dokunduğu her zil kapıyı açar. Apartman ahalisi, kadının sarhoşluğundan olsa gerek, bu duruma sesini çıkartmaz, uyanan ilk komşu otomatiğe dokunur.

Melahat her öğlen saat on ikide uyanır, kahverengi kadifeden kalın perdelerini açar. Hava sıcaksa, kahvaltısını kocaman göğüslerini gizlemekten bitap düştüğü sabahlığıyla balkonunda yapar. Şiş gözler, morarmış dudaklar, yüzüne sürdüğü ucuz pazar kremleriyle günü karşılar, sonra o kadın gider, yerine başka bir kadın gelir. Anadolulu her kadın gibi üzerine uzun, çiçekli basma eteğini giyip, kollarına düşen gömleğinin birazını dirseğine kadar katlar. Onun bu halinden ev işi yaptığını anlarsınız. Camları siler, halıları çırpar, koltuk minderlerini balkonda bronzlaştırana kadar havalandırır, çiçeklerini sular. Arada bir ağzındaki sakızı ötelerken  türkü söylediği de duyulur. Gündüz başka, gece başka kadındır. Hava karanlığa çalmaya başladığında, önce saçları bigudileşir, sonra yüzünde alakasız renklerin gökkuşağından bir harmoni oluşur. Dudaklara pembe rujlar, gözlere mor farlar, kocaman kirpiklere kahverengi rimeller sürer, yanaklara kiraz rengindeki şerbetli pembeyi de bastırınca Melahat’ın makyajı tamamdır. Üzerinde, soyunup giyinmesi kolay olsun diye tek parçalı elbiseler vardır çünkü soyunmaktan da giyinmekten de gına gelmiştir. Seçtiği elbiseler de acayip bir renkte ve desendedir.

Kerem uykuya geçtiği zamanlarda, Melahat evinden sessizce çıkar. Kimseye bakmadan, kafasını kaldırmadan, suçlu gibi Kalpazan Sokak’tan caddeye doğru akar. Arkasından edilen sulu küfürleri ve davetkâr teklifleri duymaz. Yaşamak için çalışmak zorundadır. Bildiği tek iş budur; kadınlık yapmak. İşini yaparken ölmek onu korkutur. Her birliktelik sonrası, akli dengesi olmayan bir müşterisi tarafından, karnına bıçak yemekten, oracıkta abdestsiz öldürülmekten, gazetelere manşet olmaktan ve sabah haberlerini okuyan insanların onun düştüğü bu durum karşısında kendisine acımalarından korkar. Koynuna girdiği adamların onu severken üzerine ölüm kusan düşleri Melahat’ın en büyük kâbusu olmuştur.

Melahat’ın günahlarından kaçarak sığındığı evinde asılı çamaşırları izlerim bütün gün. Pazar günü pavyona zengin müşteriler geldiği için, pazartesi öğle üzerine doğru güneşe karşı serilen çamaşırlarında zengin havası görülür. Tayyörler, ipekli gecelikler, askılı bluzlar, fantezi iç çamaşırları, kombinezonlar ve onlarca renkli don… İplerde kurumaya bırakılmış çamaşırların içinde barındırdığı yumuşatıcının kokusu Kalpazan Sokak’ı kendinden geçirirken salı günü ip bomboştur. Pazartesi gecesinin müşterileri haftalıkçı inşaat işçileri, sokaklarda çalışan kaldırım ameleleri, işi olmayan, asgari ücretle yaşamaya çalışanlar olduğundan, Melahat bu adamlar için çamaşır değiştirme ihtiyacı hissetmez. Tek giyimlik adamlardır bunlar. “Kadın olsun da, ne olursa olsun’’ diyenler için Melahat, ayna karşısında vakit geçirmeye gerek görmez. Bir çamaşır bütün geceyi götürür.

Çarşamba hava güzel olursa mutlaka oğlu Kerem’ in pantolonları, tişörtleri, bezden palyaçoları, evin yatak çarşafları, perdeleri balkondaki ipe kurumak için asılır. Büyük ve renkli çarşaflar, kirli dünyasının tek temiz gerçeğidir. Perşembe ve cuma  ise ip bomboştur. Anadolulu Melahat bu günleri mübarek bildiğinden müşteriye gitmez. Resmi tatil ilan ettiği bu günleri bazen evinde, bazen de Zincirlikuyu’daki rahmetli babasının mezarı başında geçirir. Kimi zaman ezan okunduğu vakit balkona çıkar, derinden soluyacağı sigarasını yakar. Rahmetli babasının yanına giderken taktığı iğne oyalı tülbendini yıkayıp ipe asarken onu hep onun hep ağladığını görürüm. Selam verdiğimde görmemiş, duymamış gibi yapar. İçeri girip perdeleri kapatır.

 Melahat’ın alt katında oturan Zafer Bey, kelli felli, kaba saba bir adamdır. Büyük bir şirkette çaycıdır ama görevini öyle ciddiye alan bir havası vardır ki adeta çaycılık bir insan için yapılası en kutsal mesleklerden biridir. Bu konuda kendisine yapılan hiçbir eleştiriyi ya da şakayı kaldırmaz. Kendisinde çaycıdan çok şirketin genel müdürü havası vardır. Sokağa atılan çöplere kızar, sokaktan gelen geçenlere talimat verir, bağırır çağırır, ayyaşlara küfreder. Gece yarılarına kadar Kalpazan’ı dolduran insan seslerine dayanamaz. Sabah çok erken saatlerde işe gideceği için erkenden yatar; ama gürültüden dolayı uykuya geçmekte zorluk çeker. Kendince işine geç kalmayı asla affetmediğinden, uyku haplarıyla uyumak zorunda kalır. Altı üstü çaycıdır; ama bir Japon kadar işine bağlıdır. Ara sıra çıktığı evin balkonunda kilolu bedenine çakılan     yağlı göbeğini güneşe karşı okşarken her defasında bana yakalanır. Gülümsemeden edemez. Geçen sene Melahat’ın bakıcısı olan kadınla adı çıkmıştı; ama gerisi gelmedi. Yalnızlığını gidereceği bir insan bulamadığı için, hayatını bir çift kavramı ile sürdürmeyi başaramadı.

 Zafer Bey’in çamaşırlarına gelince, o temiz bir adamdır. Yıkadığı çamaşırların beyazları, bir kadını imrendirecek kadar parlak ve lekesizdir. Mandalla özene bezene astığı çaycı gömleklerinde bile şık bir hava vardır. Rüzgârda başka sallanır Zafer Bey’in çamaşırları. Atmosfere bıraktığı yumuşatıcının kokusu dairemin camından girip burun deliklerime akıl almaz hazlar bırakır. Kendimi bir anlığına kırların çiçeklenmiş tepeciklerinde görür gibi olurum. Çividin beyazla birleştiği en mükemmel anlara Zafer Bey’in çamaşırlarında rastlarım. Bazı sabahlar çarşaflarının altına serdiği kadın geceliklerinin ipte sallanmasına bir anlam veremem. Mahallede yayılan dedikodulardan biri de onun bir erkek ile ilişkisi olduğudur. Ama ne yıkarsa yıkasın, ne asarsa assın, bu adamın çamaşırlarındaki estetik parlaklığı kıskanmadan edemem.

Naciye, alt katımın pis komşusu. Balkona gerili çamaşır makarasının diğer düzeneği, Zafer Bey’in balkonuna takılıdır. Hoş, Zafer Bey bu durumdan her zaman rahatsız olmuştur; ama Naciye’ye acıdığından sesini çıkarmaz.

 Naciye’nin altı çocuğu var. Bir temizlik şirketinde paspasçılık yapan Naciye’nin kocası Kalpazan’ın en azılı ayyaşlarındandır. Rakının şişede durduğu gibi durmadığını, yaptığı davranışlarıyla defalarca mahalle ahalisine göstermiştir. İçer içer, sonra evinde avazı çıktığı kadar bağırır. Hırsını alamayınca ver eder Naciye’ye sopayı. Evlatları önünde dayak yemekten başka çaresi olmayan Naciye, bir ara akıllılık edip de kaçabilirse, kendini Kalpazan’ın taştan yollarına atar. Sokakta “Yetişin öldürüyorlar!” diye avazı çıktığı kadar bağırır. Hırsını alamayan yarı deli ve sarhoş koca aşağı inip, Naciye’yi eline geçirirse olay meydan dayağı ile sonlanır. Naciye kaba etlerine yediği sopayla, bütün gün paspas yapmaktan yorgun düşen bedenini asfaltın üzerine kıvrılarak bırakır.  Araya giren komşular bu kavgayı sonlandırır. Geride yorgun hayat penceresini bütün dünya nimetlerine kapamış bir kadın bırakır.  Orada öylece yatar, beddualar eder. Acımasız Kalpazan’da Naciye’nin ağlamalarının ve hıçkırıklarının sesi yankılanır. Ayyaş koca, uysallaştırılan bir beygir gibi sakinleşip sızdığında Naciye ancak evine çıkabilir. Her sabahın gelişi her akşamın bitişi aynıdır. Mor gözlerle işine giden Naciye durumuna öyle alışmıştır ki bu durumdan utanmayı sıkılmayı bırakalı neredeyse beş-on sene olmuştur. En büyüğü on üç, en küçüğü iki yaşında olan boy boy çocukları, annelerinin işte olduğu günlerde apartmanın sakinliğini bozan çıldırtıcı sesler çıkaran dev mahlûkatlara dönüşürler. Çocuklar da bu kavgalı hayata alışmıştır.

Temiz kadın değildir Naciye. Ne bedeninde ve yaşadığı evinde temizlik yapacak gücü, ne hayatını kâbusa çeviren kocasına katlanabilecek dayanağı ne de hayata tutunabileceği yaşama sevinci kalmıştır. Evine girdiğinizde yüzünüze ballı, beklemiş, hatta küflenmiş bir sidik kokusu çarpar. Her gün on üç yaşındaki evin en büyük kızı Zehra çamaşırları yıkar. Eskimiş, beyazdan karaya dönmüş çarşaflar ipe asıldığında rüzgar bütün kalpazana bir sidik kokusu yayar. Rüzgâr benim tarafıma doğru essin istemem; hatta çamaşırlara güneş dahi vursun istemem. Güneş, sidik kokan çarşaflara vurduğunda keskin amonyak kokusu dayanılmaz olur. Zafer Bey’ in kokulu çamaşırları tek güzel gerçeğimdir.

 Bana gelince, karnında, sürekli bacaklarıyla sakladığı için henüz cinsiyeti belli olmayan sekiz aylık cenine şimdilik hayat vermeye devam eden bir kadınım. Kocamla bu apartmana geldiğimiz günden beri delirmemek adına meşgul olabilecek bir şeyler bulmam lazımdı. Ne denediysem oyalanabilecek bir meşguliyet bulamadım. Sıcak bir yaz sabahı dışarıya çıktığımda iplere asılmış olan çamaşırları fark ettim. İçime gömdüğüm röntgenci tarafım şiddetle açığa çıktı. Çamaşırları ve onların sahiplerini göz hapsine aldım. Dünyalarını araladım. Nasıl kirlenip arındıklarını, yaşamlarında neyi kutsal bilip neyi bilmediklerini öğrenmeye çalıştım. Üzerine tezgâh kurdukları asalak yaşamlarına bıkmadan usanmadan sarılmalarını, yorgunluklarını, çaresizliklerini, onları ayakta tutan kirli çamaşırların değil de makaralı düzeneklerde Taksim’in arka sokaklarında kuruyan temiz çamaşırlar olduğunu fark ettim. Kirlenen dünyalarını su temizliyordu. Temizlenmek, onlar için hayatta kalabilmek adına tutundukları yegâne yoldu.

Bir ay sonra bebeğimi kucağıma aldığımda bu apartmanı ve Kalpazan’ı ikamet etmek için doğru bulmayıp taşınmayı düşünen kocama hak vermiyor değilim. Başka sokaklara taşınıp aile olmanın sevincini yaşarken çamaşırları izlemeye devam edeceğim. İşim bu. Bu hikâyeyi  yazarken, eskiden stilistliğini yaptığım iç çamaşırı firması beni tekrar   işime çağırdı. Yeni bedenlere yeni çamaşırlar dizayn ederken, Sarhoş Melahat’ı, durumunu hâlâ anlayamadığım Zafer Bey’i, kocasının sopadan alaşağı ettiği Naciye’yi ve onun sidikli çocuklarını, Kalpazan’ın taş kaldırımlarını, makaralarının itici gıcırtısını, salınarak kurumaya çalışan çamaşırları, balkonda bütün gün sevgi bekleyen begonyaları, açelyaları, Keremlerin, Zehraların çilelerini, çocuk kalplerinde yaşattıkları büyük acıların izlerini, salınan tüllerin tenlerde bıraktığı naif okşamaları, sahte hayatların içinde çırpınmaya çalışan insanların gözyaşlarını unutabileceğimi hiç sanmıyorum.

Benim çamaşırlarıma gelince, bebek battaniyeleri, bebek takımları, pembe mi, mavi mi olsun diye rengini seçmekte zorlandığımdan dolayı yalnız sarı ve yeşil rengi kullandığım işlemeli kundaklar ipte yerini aldı. Bu aralar karnıma inen tuhaf sancılarım var. Doktoruma göre bu sancılar erken doğum habercisiymiş. Bu akşam, her an doğmaya hazır bebeğim için, hastaneye giderken yanımda götüreceğim doğum çantamı hazırlayacağım. Bu yüzden işlemeli kundakları ve bebek takımlarını yıkamak zorunda kaldım.

Kocaman karnımdan ötürü ütü yapamadığım için bu günlerde eşimin sürekli giydiği gri, mavi kot pantolonlar, spor tişörtler, güneşin altın sarısı altında Kalpazan’ı izleyip gülümsüyor ve yanındaki ikinci ipte de bebeğimin çamaşırları salınıyor. Dışarıda yine temiz bir güneş var. Güneşin ışıltıları bu gün de Kalpazan’ın tüm günahlarını temizleyeceğe benziyor.

Serpil TUNCER
www.kafiye.net