Bir kaç bin yıl daha yaşlanmak!

Bugünlerde geçmişe öyle özlem duyar oldum ki, kimbilir belki de artık yaşlanıyorum. Yaşadığım farklı tatlardaki her ayrıntı, geçmişten farklı kareler seriyor belleğimdeki ekrana. Annemin bazı yadırgadığım davranışlarının da neden kaynaklarını anlıyorum artık. Onu yadırgadığım zaman ki yaşlarındayım belki de onun.

Örneğin bir köyde doğup büyümüş olmama rağmen hiç ineğimiz, ne bileyim tavuğumuz, hatta kedimiz bile yoktu. Biraz köyümüzün belde niteliğinde büyük bir köy olmasından, biraz da annemin zaten hayvancılık ve çiftçilikle iç içe bir aileden gelmesinden, belki de bunlardan sıkılmış olmasındandı -deyim yerindeyse- bu şehirliliğimiz, bunu hala kesin olarak bilemiyorum. Ama ben ortaokula giderken annemde birden değişiklikler başgösterdi. İnekler alındı, onlara ahır yapıldı. Tavuk, hindi, sarı sarı yumak yumak civcivler ve bir de önü tel kaplı bir kümes tabi.

Sonra dedemden kalan tarlaları ekmeye başladılar annem ve babam. Traktör alımı takip etti bunu, bir takım sulama ekipmanları; patates ekme ve çıkarma makinaları… Daha bir takım buna benzer değişiklik. O anda bunları tam bu şekilde kavrayamasam da yadırgıyordum elbette. Ama çocukluktan gençliğe adım attığım yılların uçarı zamanlarımdaydım, kafa yormuyordum belki de fazla. En çok alınan fıstık isimli kuşa heyecanlanmıştım. Fıstık fıstık deyişine onun…Bir de hiç unutmuyorum eşeğimizin yavrusu olmuştu. Öyle güzel bir sıpaydı ki. Gri tüyleri güneşte ışıl ışıl parlar, tıpkı gümüşten bir ışık gibi gözlerimi kamaştırırdı. Üzerine binmek için çok çabalardım ben, o da bindirmemek için tabi… İkimiz de vazgeçmezdik bu inattan. Onun başka birine verildiğini duyduğumda dünya başıma yıkıldı. Gümüş yeni evine gittiği gün öyle çok ağladım ki. Tek tesellim ondan düzenli gelen haberlerdi.

Şimdi düşünüyorum da annem de şimdi benim yaptığım gibi çocukluğuna özlem duyuyordu belki. Ondandı yaptığı tüm bu değişiklikler kimbilir… Ben ortamlara çabuk uyum sağlıyordum, daha da küçük yaşlarımın köyde ve yaylada anneannemle geçmiş olmasındandı sanırım bu uyum. Ama ablam için geçerli değildi bu durum. Tüm hayvanlardan, hatta kuştan bile ödü kopuyordu. Annemlerin olmadığı ve ineklere bizim yem vermemiz gerektiği bir gündü. Ablam büyüklüğü nedeniyle önden gitti. Elindeki yem tenekesinin içindekileri kapıdan bile girmeden hayvanlara doğru fırlattı. Tabi yemlerin çoğu ulaşmadı hayvanlara, yerlere saçıldı güzelim yiyecekler. Hiç unutmam bize boş gözlerle bakan ineğin gözlerindeki o garip ifadeyi.. Aklıma geldikçe hala gülerim çocuklar gibi.

Annemin yaptığı tüm bu yenilikler tabi bunlarla kalmadı. Sırada yayladan ev almak vardı ve her yazı orada geçirmek. Tabi ki bu ablam için bir işkenceydi. Benim içinse yeni maceralara yelken açmak. Nisan ayında göçülür yaylaya hava iyi giderse ekim belki kasıma kadar kalınır. On beş yıldır değişmez bu gelenek.

Bugün yine göç vardı yayladaki evimize. Traktöre yüklenilen birkaç parça eşya ile tırmanmaya başladık orman yolunu. Yeni uyanıyordu tüm doğa bahara. İlk çiçekler selamlıyordu bizi. Yeşille kucaklaşmış doğa sanki geçmişten gelen kollarıyla yüreğimizi sarıveriyordu. Renk renk kimi masum sarı, kimi gizemli eflatun, kimi de kar beyaz gülen çiçekler. Renkler doğanın sessiz senfonisinde dansededursun, çam ağaçlarındaki kozalaklar çaldı bakışlarımı. Öyle güzellerdi ki, sanki çam ağacının dallarına tek tek bir el tarafından yerleştirilivermişlerdi, özenle ve yerli yerine… Her mevsim yeşilliğini koruyan ve tek bir yaprak bile dökmeyen çam ağacı için demek ki bu mevsim özeldi. Meyvesini gururla taşıyordu ihtişamlı dallarında.

En çok kızlarım için heyecanlıydı traktörle kıvrıla kıvrıla süzülen orman yollarını tırmanmak. Uzun meşe ağaçlarının arasından geçerken yeşille sarı nöbet değiştirdi, hem de bize hiç hissettirmeden. Her yer artık sarı kahveydi. Ormandaki taşlar bile öyle güzeldi ki, sanki doğanın fırçasından çıkan eşsiz tabloda olmazsa olmaz bir ayrıntı gibiydi her biri. O taşlarda çocukluğumdan yaşanmışlıklarımdan izler aradım. Beni hepsi tanıdı tek tek bağrına bastı, yıllanmış bir özlemle. Yaşadığım tüm anılar gelip dikildi önüme, çiçekli, ağaçlı, taşlı, topraklı ama capcanlı. Etten kemiktendi sanki geçmişim. Emanetti sanki bu güzel ormana da herşeyiyle geri verildi gerçek sahibine. Yani bana!..Mutluydum aldığım, çoktan unutmuş olduğum bu hazineden.

Ben çok küçükken traktörümüz yoktu tabi, babanem tüm torunlarını toplayıp bu yoldan götürürdü ormana. Tombiş adlı oldukça uysal bir eşekleri vardı. Onunla taşınırdı yükler. Ya eşeğe bindirilirdik, ya da eşeğin iki tarafına bağlanan küfe büyüklüğündeki hasır sepetlere. Boyumuz kadardı sepetler ancak başımız görünürdü dışardan. Öyle eğlenceliydi ki eşeğin ahenkli yürüyüşü ve nal seslerinin tıkırtısında bu yolu hem de hiç yorulmadan gitmek. Yorulunca otururduk sepetin içine ve bu kez de hasırların aralarından seyrederdik dışarıyı. Bu bambaşka bir eğlenceydi çocuk dünyamızda. Düşünüyorum da, biz daha şanslı yaşadık çocukluğumuzu, daha farklı heyecanlarla beslendi ruhumuz, daha doğayla içiçe daha bir bütündük.

Tüm bu mutlu anılarımı yadederken o anların çokluğuyla bin yıl yaşlanmış gibi hissettim kendimi. Yayla evimizi temizlerken herşey daha da büyülüydü sanki. Her muşambayı ovuşumla geçmişten bir anım, bir yaşanmışlığım daha gün yüzüne çıktı. Her temizlenen ve parlayan muşamba çocukluğumdan bir perdeyi daha araladı ve ben birkaç bin yıl daha yaşlandım, gün ışığına çıkan yaşanmışlıklarımla…

gb n büyülüydü sanki. Her muşambayı ovuşumla geçmişten bir anım, bir yaşanmışlığım daha gün yüzüne çıktı. Her temizlenen ve parlayan muşamba çocukluğumdan bir perdeyi daha araladı ve ben birkaç bin yıl daha yaşlandım, gün ışığına çıkan yaşanmışlıklarımla…

14.08.2010
Gülşen Eker
www.kafiye.net