EL KERİM

Bu pazar Virane’ye erkenden gitmeye karar verdik. Orçun, ben ve Neşe… Bizim takım yani… Orada Ahmet ve Duygu da var. Bir de sabah kahvaltılarımız var, bu kadroyla. Biz bize olunca, sohbet çok farklı! Çayın aroması, kızarmış tereyağlı ekmeklerle beyaz peynirin lezzeti bambaşka… Hiçbir yerde o güzelliği yakalamak mümkün değil! Bu aralar, bir demet de maydanoz oluyor soframızda. Salatalık, domates falan… Bazen katmer, börek, pişi bile oluyor. Duygu sağ olsun! Arada helva karar, lokma döker. Ne yapsa tadından yenmez! Aslında, çay kahve bahane… En güzeli, bir arada olmak ve Define’yi yakalamışken konuşturmak…

Sık sık: “Allah Kerim! ” der, dede. Ne dersek diyelim, geleceğe dair: “Allah Kerim! ” der. O öyle der, ben de Allah Büyük! ” derim. Aynı şeyi söyleriz. Sözlerimiz farklı… Biliriz ki Allah, her şeyi işitir, görür, bilir, yarattıklarının her ihtiyacından haberdardır ve gidermeye muktedirdir. Hiçbir şey O’na ağır gelmez. Hiçbir iş O’nun için zor değildir. Olması gerekenin nasıl olacağının kararını da bize bırakmaz. Fakat yine de biz uğraşır, elimizden geleni yapmaya çalışırız. Zorlukları yaratan da O’dur, karşımıza çıkaran, aşmamızı isteyen de… Önümüzü açacak, yolumuzu kolaylaştıracak olan da O’dur. Güçlükler, sığınma ve teslimiyetle kolaylaşır.

Yardım Allah’tan… Yardım istenecek en büyük merci… O yardım sağlanınca hangi güçlük kalır, yeryüzünde? Ölürken, ölümden sonra bile… Huzurunda bile… İzni olmaksızın kim ağız açabilir, kim yardımcı olabilir?

“Allah Kerim! ” diyor, Define. “Allah Büyük! ” diyorum ben. Gerekeni yapıyor, yardımını umuyor, umutla bekliyoruz. Hangi seçenek hakkımızda hayırlıdır, bilmiyor, hayırlısını diliyoruz. Bilen O, uygun görüp görmeyecek olan da O!

Kadere inanan insanlarız. “Her olmuş olacak O’na bağlı! ” der, annem. “Her şeyde bir hayır var. Babanın da her şeyinde bir “Hayır! ” var. Ne desem, ne istesem, önce bir: “Hayır! ” der, sonra durur düşünür, haklıysam, ‘hayır’, hayra dönüşür. Kuzu kuzu yapar, söylediğimi. Hayrın içinde şer, şerrin içinde hayır vardır. “Hayır! ” demesini bilmeli insan. Yüzümün yumuşaklığından, her işin altına girmek zorunda kaldım. “Hayır! ” demeye alışmalısın! Aksi halde hiç diyemez hale gelir, bana dönersin! Babana kızıyorum ama zaman zaman hak vermiyor da değilim. “Hayır! ” diyemeyince, kabul etmiş oluyor insan. Söz, bir kere ağızdan çıkmaya görsün! Esir ediyor. Köle yapıyor. Ağızdan çıktığı andan itibaren, onun emri altına giriyorsun. Vaat ettiğini yapmak zorundasın. Senden o sözü alan, icraat istiyor. “Söz verdin! ” diyor, yüzlü yüzlü dayatıyor. Alacaklı oluveriyor, durduk yerden. Hiç hakkı yokken, yar yar yalvarmaktayken, hükümdar oluveriyor, hükmetmeye başlıyor. Söz, ağızdan çıkmaya görsün! Ağzımızdan çıkan sözlere dikkat etmeliyiz. Akitlerimizden de sorumluyuz.”

“Hukukta, ‘ahde vefa’ diyorlar.”

“Allah, verdiğimiz sözlerde durmamız gerektiğini söylüyor. Onun için baban gibi olmanı tavsiye ediyorum. Söz verme! “Fırsat bulursam… İnşallah! ” de! Elindeki ilmeği boynuna geçirme! Yoksa o ilmeğin ucu başkasının eline geçer, istediği yere çeker götürür seni. Aman ha! .. Bu dediklerim, kulağına küpe olsun! ”

“Söz ağızdan çıkmaya görsün bir kere, dede! Hayatını anlatacaktın. Anlatmak zorundasın.” diye, usul usul başladım.

“Anlatacağım, “Anlatmayacağım! ”, demedim ki Semiray! Anlatacağım anlatmasına da neresinden başlayacağımı bilmiyorum! Nerde kalmıştık? ” Acaba biliyor da unutmuş numarası yapıyordu? Hatırlatalım bakalım:

“Biz biliyoruz, dedeciğim. Sabahın bu saatinde buraya onun için bir araya geldik. Babandan kalan evi satmış, anneni kiraya çıkarmış, İstanbul’a ve sevdiğin kadına, yani baldızına veda ederek taşraya çıkmaya karar vermiştin.”

“Ha! Orda mı kalmıştık? ” diyerek yerine iyice yerleşir gibi bir kıpırdadı. Dikkat kesildik! Hemen eli pakete gitti, silkeleyerek içinden bir tane çıkarıp, çakmağıyla yaktı, derin bir nefes çekti ve galiba bu defa anlatmaya sağlam başladı:

“Önce bir Türkiye haritası aldım elime. Büyük oğlumun sağlık sorununu da göz önünde bulundurarak havası temiz yerler olduğuna inandığım sahil vilayetlerine bakmaya başladım. Ege kıyıları olabilirdi ama Akdeniz daha cazip geldi.

Hanım Urfalıydı. Oraya gidip baktım, küçücüktü. Çok sıkıcı geldi bana, İstanbul gibi bir yerden sonra. Oradan Mersin’e geçtim. Çok güzeldi ama merak ettim, başka iller nasıldı acaba? Alanya’yı da beğendim ama Manavgat, Serik derken Antalya’ya vardım. Şehre girince adeta büyülendim! Tam istediğim gibi bir yerdi! Ne hava kirliliği ne de daraçlık… Etrafta sıra sıra dağlar, sıradağlar… Çalılıklar, ormanlar… Bu kadar güzelliği hayal bile edememiştim! Çam ormanları, makiler, portakal ve limon ağaçları, dallarında meyveler… “İşte burası! Tamam, burada kalacağım! ” dedim.

Birkaç gün içinde kararımı vermiştim. Derhal İstanbul’a dönüp, eşyayı topladım, paketledim, öylece bıraktım. Otobüse atladık, ver elini Antalya! Cebimde param, yanımda çocuklarım, karım… Ne kaynana zırıltısı ne kaynata dırıltısı…”

“Devletten aylık, Allah’tan sağlık…” dedi, Orçun.

“İşte orası öyle değil! Aylığım yıllığım yoktu. Olanım bitenim, cebimdekiydi. Başka bir güvencem de yoktu. Kafamı ve ellerimi çalıştıracağım, kazanacağım, kotaracağım, ekmeğimi taştan çıkaracağım yani kısacası.” Meraklı Neşe, sanki gerisi anlatılmayacakmış gibi hemen atıldı:

“Eşyalar ne oldu? Ne yaptınız, Antalya’ya gelince? Nerde kaldınız? ” diye. Define, anlayışla karşıladı ve sakin sakin devam etti, sigarasından bir nefes daha çekerek:

“Yol boyu uyumuştuk. Sabah olmuştu. Çok acıkmıştık. Otobüsten iner inmez, şehirde kısa bir gezi yaptık, gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya girdik. “Buranın en meşhur yemeği ne? ” diye sordum. “Kuru fasulye, piyaz…” dedi, garson. “Bilmediğimiz bir şey olsun! ” dedik. Birer porsiyon piyaz yedik. Üstüne telkadayıfı…

Yolu ikiye bölen çiçek tarhı boyunca dizilen palmiyeleri takip ederek yürüdük, güneye doğru. Hanım:

“Ne iş tutacaksın burada, Necmettin? ” diye sorduğunda:

“Allah Kerim, hanım. Bakarız bir iş. Bakalım ne gösterecek! ” diyordum.

Aklımda belirli bir iş yoktu. Bu memleketin de piyazından başka doğru dürüst bir yemeği yoktu. Sebze yemekleri, kızartmalar, bazlamalar, gözlemeler… Belki vardı da biz bilmiyorduk. Nerde hanımın yaptığı Güney Doğu yemekleri, nerde oradakiler… Nefis yemekler yapardı. Et çeşitleri, hamur işleri, çorbalar, tatlılar… Envai çeşit yiyecek yapabilirdi. Yapar mıydı acaba? Yapmasa da tarif ederdi, ben yapardım. Bunları düşünmeye başladım ve bir ara bu konuyu ona açtım:

“Merkezi bir yerde güney Doğu yemekleri yapan bir restoran açsak… Çok fazla kapital da gerektirmez. Bana yardımcı olabilir misin? ” İsteksiz isteksiz:

“Bir deneyelim! ” dedi. Onun desteği olacak olduktan sonra, olurdu. Neden olmasın? Cesaretlenip:

“Önce bir ev alsak… Şöyle başımızı sokacak bir yerimiz olsa… Ne bulursak yer içer, hayatımızı idame ettiririz. Kira derdimiz olmasa… Basit bir gecekondu da olabilir, değil mi karıcığım? ” diyecek oldum:

“Aklından bile geçirme! Gecekondu mecekondu istemem ben! Şöyle eli yüzü düzgün, dört başı mamur bir daire isterim.”

Hay, ağzımı açmaz olaydım! Nerde bende o kadar para! Hem dükkân açacağım hem ev de alacağım! Ah, keşke ama nerde o yoğurdun bolluğu! .. İlk günden moralini bozmak olmazdı. Zaten ailesinden zor kopmuştu. Aklı fikri İstanbul’daydı. Cayardı falan:

“Allah Kerim, karıcığım! ” dedim, umutla. “Allah’ın iyilik ve ikramı boldur! ”

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 311
www.kafiye.net