“Unutulmuş Sınıf”

 

     Son kat koridorunun en ucunda bulunan sınıfın yaptığı gürültü tüm kata yayılıyordu. O sınıf 12/B’ydi. Sınıfın konumunun en üst katta ve koridorun en ucunda olması dikkatinden kaçmadı. Uzaktan bakılınca orası terk edilmiş, unutulmuş bir ara sokak havası veriyordu insana. Pınar Hanım sınıfın aralık kapısına yaklaşıp bir an durdu. İçeride sanki Üçüncü Dünya Savaşı çıkmıştı; o kadar fazla gürültü ve ses vardı ki, içerideki kimsenin kendi sesini duyamadığından emindi.

     Tüm cesaretini toplayıp kapıyı iterek açtı. Kesinlikle hayalindeki sınıf değildi. Özellikle de ilk görev yerinin Antalya’nın küçük ama gelişmiş bir ilçesi olan Korkuteli olduğu düşünülürse. Korkuteli öğrenci başarılarında duyduğu ve araştırdığı kadarıyla gayet iyiydi.

    Kimse ona dikkat etmedi. Aslında sıraların üstünde tepinen, tahtaya kötü espriler karalayan ve ortalıkta güreşen öğrencilerin kendisini gördüğünden bile emin değildi. Bir süre kapıda dikilip belki bir öğretmen olduğumu hatırlarlar, umuduyla bekledi ama kimsenin umursadığı yoktu. Sonra dayanamayıp, sınıfta uçuşan tozlar yüzünden aksırarak öğretmen masasına gitti. Çevresine bakınıp işine yarar bir şeyler aradı. Aradıklarını bulunca kendi kendine gülümsedi.

     Büyük resim kağıdının üzerine tahta kalemle, kocaman harflerle MERHABA! yazdı. Sonra örtüsüz öğretmen masasının üzerine çıkıp elindeki kartonu tüm sınıfın görebileceği bir açıyla havaya kaldırdı.

     Ancak birkaç kişi dışında kimsenin dikkatini çekememişti. Onlar da kendisine hastane kaçkını gibi bakıyorlardı zaten, sonra da önlerine döndüler.

     Pekala, diye düşündü Pınar. Öfkelenmeye başlamıştı. Cebinden eski telefonunu çıkardı. Üzerinde bir parmak toz tabakası oluşmuş bilgisayarın hoparlörlerini sınıfa doğru çevirdi. Ses ayarını en yükseğe çıkartıp, hoparlör kablosunu telefonuna bağladı. Sonra da sabahları uyanmasına yardım eden horoz sesini açtı.

     Sınıf duvarlarında yankılanan horoz ötmesi, herkesin irkilmesine neden olup Pınar’a bakmalarını sağlamıştı. Pınar en gösterişli gülümsemelerinden biriyle öğrencilerine baktı ve elindeki resim kağıdını tekrar havaya kaldırdı.

     Tüm öğrenciler tiz horoz sesi yüzünden yüzlerini buruşturarak birbirlerine bakıyorlardı. Sonra birer ikişer herkes yerlerine oturdu. Son öğrenci de sırasına geçince Pınar horoz sesini kapattı. Bilgisayardan da destek alarak tekrar yere indi.

     “Günaydın çocuklar!”

     Sınıftan hiç ses çıkmadı.

     “Nasılsınız bakalım?”

     Yine kimse cevap vermedi.

     “Ben de iyiyim, teşekkürler,” dedi Pınar coşkuyla. Birkaç kıkırdaşma dışında yine sessizlik hakimdi sınıfa.

     “Ben Pınar Akyüz. Yeni edebiyat öğretmeni, aynı zamanda sizin de yeni sınıf öğretmeninizim. Burası ilk görev yerim. Bu okul, Korkuteli Lisesi. Ama ben Ankaralıyım. Antalya fazlasıyla sıcak ha?”

     Bazıları kafasıyla sorusunu onayladı. Derin bir nefes aldı Pınar, işi zor olacağa benziyordu. Gençlerin yüzünden hayal kırıklığı, korku ve soru işaretleri okunuyordu. Daha önce kimsenin onlara bu denli yakın davrandığını sanmıyordu.

    “Pekala. Biraz da sizden bahsedelim. Sizlerle tanışmak isterim.” Eliyle en ön sırada oturan iki kızdan birini işaret etti. Küçük gözleri ve tavşan dudaklarıyla sevimli görünüyordu.

    “Seninle başlayalım istersen.”

     Ders boyunca otuz sekiz öğrencinin kendisini tanıtmasını dinlemek sıkıcı olabilirdi ama Pınar sıkılmamıştı. Daha sonra da hoşlandıkları işlerden ve yeteneklerinden bahsettiler. Buse isimli güzel bir kız iyi jimnastikçiydi, Oğuz ise çok iyi basketbol oynayabildiğinden söz etti. Fatmanur şişmandı, yüzü ergenlikten kalma sivilcelerle doluydu ama her şeye rağmen kendisiyle barışıktı ve söylediği küçük bir parça türküden anlaşıldığı gibi sesi gerçekten dikkate değer bir tınıya sahipti.    

     Anladığı kadarıyla bu sınıf düşük gelirli, çocuklarıyla ilgilenmekten daha önemli işleri olan(!) ailelere sahip öğrencilerden oluşuyordu. Bunu yadırgamıyordu, asla da yadırgayamazdı çünkü kendisi de bir zamanlar bu yollardan geçmişti. Ailesi, içkici babasının eve getirdiği üç beş kuruşla geçinirdi. Pınar ailenin en büyük çocuğu olduğundan, hasta annesine bakmak ve iki küçük erkek kardeşiyle ilgilenmek onun omuzları üstündeydi. Ama nasılsa, okuyabilmiş, bugünlere kadar gelmeyi başarmıştı.

    Tüm öğretmenler bu sınıfı kötülüyor, belki de bu sınıfa ders vermeye çekiniyordu. Ama bilmedikleri şey, sınıftaki her bir öğrencinin içinde ayrı bir cevher yattığıydı. Pınar, onların gözlerinde yanan pırıltıyı görebiliyor, adeta onların hissettiklerini hissedebiliyordu. Kırk dakikada hemen öğrencileri sevmiş, onlarla kaynaşmıştı. Öğrencilerin hevesli konuşmalarına bakılırsa onlar da Pınar’ı sevmişti.

     Gün iyiye gitmeye başlıyordu.

Hilal Gümüş
www.kafiye.net