Yüreği Yangın Yeri

Fatma TÜRKDOĞAN

Huzursuzca daldığı tilki uykusundan karyolanın gıcırdamasıyla uyandı. Sandalyeden düşmemek için gayret sarf ettiğinden olacak her yanı uyuşmuştu. Kasları gerginlikten kalp atışı gibi zonkluyordu…

Ürkek yavru kuş adımlarıyla kapıyı aralayan hemşirenin loş ışığı yakmasıyla gözünü araladı. Gayri ihtiyari saatine baktı. Daha akşamın dokuzuydu. Dışarıdaki hayatın yeni yeni canlanmaya başladığı zaman diliminde bu odadakiler günün finalini sonlandırmış, karamsar bir uykuya tutsak olmuşlardı. Ömürlerinin son uzatmalarını yaşayan iki kadının derin nefes alışları, hastane yaşantısının buruk duygularını süsleyen bir melodi gibiydi…

Yan odalardan yükselen öksürüklü, tıksırıklı, astımlı hırıltılar, veremli iniltiler akşamın sessizliğinde akortsuz sazlarla çalınan ezgilere benziyordu. Her birinin yalnızlıkları, isimlendiremedikleri sıkıntıları ruhlarından bilinmezliklere açılan bir tünelin sonsuz karanlığında büyüyor, büyüyordu…

Yaprakların ömrünü tamamlayıp dökülmeye başladığı ılık bir sonbahar akşamıydı. Dışarıda ki uğultulu sesler serseri figürler halinde kafasında tur atıyordu. Başında refakatçısı bulunmayan, ziyaretçisi bile gelmeyen yaşlı kadının anlattıklarından çok etkilenmişti genç kadın. Sıkıntıdan karmakarışık alnı geriliverdi. “Bu hastane odasına gelip gerçek yaşantıların var olduğunu duyuncaya kadar ne esprili ne cazip yaşantım olduğunu fark edememişim.” diye hayıflandı. O kadar arabesk, o kadar dumanlı ve uzak hüzünler sardı ki düşüncelerini, duydukları karşısında ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi…

Kanadı kırık bir umuda sarılmıştı ikisi de. Onlarda biliyordu tedavilerinin biraz olsun rahatlatıp yaşamlarına takviye olacağını. Odanın içinde bir ölüm sessizliği vardı. Kaba soluk alışverişlerle yataklarında birer külçe gibi yatan iki yaşlı kadın hayata bağlanıyordu. Endişeli bakışlarla süzdü onları. Gecenin sessizliği içinde ve mehtabın ağaçlardan sızarak aydınlattığı bu hastane odasında sedef bakışları matlaştı, inci gülüşleri dondu. Ağrıları düşüncelerini eskitti… Güneşi masmavi denizden çekilmiş içine bir

kasvet ağı çöreklenmişti. Bir bilinmez acıyla yoğrulup gözlerinde bir parlayıp bir sönen ıslak ışık içinde kayboldu. Buz gibi soğuk, renksiz fanusun ortasında kendini yalnızlığın kucağındaki yetim çocuk gibi farz etti. Kalbine hücum eden acı düşüncelerle o derece kendinden geçmişti ki namı dillere, güzelliği gönüllere düşen Kumru’nun köyüne, yetmiş beş yıl öncesine gidiverdi…

On üçüne yeni girmişti. Nafakasını yarıcılık yaparak kazanan dört çocuklu bir ailenin biricik kızıydı. Gözlerinin rengini mor dağ menekşelerinden, dudaklarının rengini haziranda kulaklarına küpe yaptığı kirazlardan almıştı. Yanakları gamzeli elma pembesinde, saçları buğday başaklarını andıran iki belik halinde beline kadar uzanıyordu. Sevdalıydı dağlara, yaylalara. Yanık türküler okur, yüreğinden taşan pürüzsüz ahenkli nağmelere kurt / kuş eşlik ederdi.

Bu köye geleli bir yıl olmuştu henüz. Bebek saflığındaki duyuları baharın coşkusuna ayak uydurmuş, nice yaldızlı hayallere yelken açmıştı. Bir uğursuz günde zalim ve tehditkâr iki kişi ıssızda çökerttiği Kumru’nun taptazeyken kuruttu ümitlerini… Çığlıkları yankılandı derin koyaklarda aman dileyen… Çiğnenmiş çiçekler gibi yığıldı kaldı. Menekşe gözlerindeki tomurcuklar sel oldu aktı, güneşi harelendi. Gökyüzü puslandı… Dünyası zindan gibi kararmış ufacık olmuştu, öylesine bakıyordu. Ne susmanın ne de çığlık kopartmanın bir yararı yoktu. Acının ve talihin en ağır yumruğuyla bir hiç gibi hissetti kendini… Hafif serin bir rüzgâr sanki endişe ve ümitsizlik içinde çırpınan ruhunu teskin etmek ister gibi bereli yüzünü okşuyordu tatlı tatlı… Bir başka âlemden yahut gaipten gelen bir ses gibi aksetti kulağına, adının söylenmesi… Ihlamur ağaçlarının yapraklarında titreyişler yapan bir mırıltı ile ses verdi. Bakışlarından birçok şey okunuyordu. Sanki utanç ve ıstırap yüzünde kucaklaşmıştı…

Kaçar gibi uzaklaştılar bu meşum ve kasvetli anların yaşandığı yörelerden. Ne tarım ilacı içmek ne de yar başından atlamak arzu ettiği ecelsiz yok oluşu getirmedi Kumru kıza… Herkesin gülüp eğlendiği, şen kahkahalar savurduğu yerlerde duramaz düşüncelerinin çağrışımlarına, yakıcı rüzgârlarına kapılır giderdi. Arada uzaklardan gelen yanık kaval nağmesini duyar, ruhunun derin uçurumlarında yankılar yapar depreştirirdi anılarını…

***

Akşamüstü Akdeniz sahillerinden ılgıt, ılgıt esen yel portakal çiçeklerinin kokusunu üfürdü bahçelerden… Birden bir türkü dolandı diline… Sesindeki muhteşem ahenk büyük bir ruh mücadelesini, emeline kavuşmamış olan hakiki sevginin

ıstıraplarını ne güzel yansıtıyordu. Ama engel olamadı yüreğinin kımıltısına, yeşerdi yüreğindeki sevgi tomurcukları baş verdi. Oynaştığı acılar nihayet buldu. Karanlığın küstahça gülüşleri seyrekleşti, ruhu arındı nisan yağmurlarından. Üzerine düşen gölgeler buharlaştı, buruşturulup atılmış düşlerinden daha pembe düşler kurmaya başladı… Karşılıklıydı sevileri. Birkaç ay daha sürecek bitirici bekleyişlerinin nihayete ermesi için gün saymaya başladılar…

Sular yavaş yavaş kararmaya başlarken gül ve yayla kokusunu getirdi deli yel… Küf kokulu, tezek kokulu sokakların kokusu karıştı hafiften… Yakasını bıraktığını sandığı bir bıkkınlık, soğuk bir korku dalgası sardı tüm benliğini… Çöle düşmüş onun izini arıyorken kaybolmuştu… Tuttuğu yegâne dal kırılmış içi acı bir gönülle ikinci kez yaşamak zorunda kalmıştı. Zehirli sarmaşıklar sardı hayat ağacını… İflah olmaz bir acıyla yoğruldu gamlı, kasavetli yüreği… Baş veren sevi tomurcukları yandı, kavruldu zemheri ayazında… Koca bir yumruk geldi oturdu böğrüne gittikçe artan karanlığın gölgesinde… Bir kaynaktan akan su gibi pürüzsüz ve ahenkli sesi duyulmadı bir daha…

Gözlerini bir noktaya sabitlemiş, dudakları sımsıkı kapalı, yüzünde hiçbir canlılık ifadesi yoktu. Bir nevi duygusallık içindeydi. Gözleri hafifçe çukura kaçmıştı. Şuursuz nazarlarla takip etti sevdiceğinin salını… Etin tırnaktan, canın tenden ayrılışı gibiydi ötelere savrulmak… Yüreği koptu yerinden, dehşetle irkildi. Soğuk bir ter içinden dışına doğru hücum etti. Bir eziklik bir mahvolmuşlukla çağladı… İçinde bir süredir hapsettiği hıçkırıkları salıverdi, Güneş’in ilk şualarının hissedildiği ana dek…

Yüzünde çaresiz bir acı peydahlanan Kumru’nun zihninden hiçbir kalıba sığmayan düşünceler, cevabını bilemediği sorular gelip geçti. Solgun nefesi çatlak dudaklarındaki narçiçeklerinde duraksadı. Yaralı ceylan gibi homurdanan rüzgârlara inat yavaşça kalktı oturduğu yerden. Yorgun bacakları Kumru’yu taşıyamayacak kadar hantal ve ağırlaşmıştı. Yürüyüşü çok tuhaftı. Rengi kaçmış, yüzü karmakarışık ve beton gibi soğuktu. Acısının yükünü uykuya yükleyip kırık kanadıyla özgürleştirdi düşüncelerini… Sarhoş köpükler gibi savruldu gün akşamdan… Sabaha…

Nadasa bırakılmış tarlalar gibi çoraklaştı pır pır eden yüreği. Gözündeki menevişli pırıltılar soldu, gülüşleri yavanlaştı… Geleceğe kök salmak isteyen bedeni gelinlik giyemeden pörsüdü. Yaşadıklarından bitap düşmüş hayata bağlayan damarlarından birçoğu kurumuştu…

Gelin olmadan ana olmuş yarınlara emeklemeye çalışan kardeşlerini evermişti. Aile büyüklerinin yavaş yavaş dönüşü olmayan meçhule gidişiyle yapayalnız kalmıştı…

Varlığına doyamadığı, yokluğuna hiç alışamadığı kardeşleri uzak diyarlarda o ise bedeninin çürümesini istediği ata topraklarındaydı… Bu hasretlikler çoğalttı ağrılarını, ıstıraba sürükledi şefkat dolu, yaraları kabuk bağlamamış yüreğini. Çiçeklerin de vefasızlık yapabileceği anları ömründe pek çok yaşamış, yüzündeki çizgiler iyice derinleşmişti. Hayatında garip ve kısmetsiz rastlantılar birbirini kovalamış, yüreği amansız bir dertle harmanlanmaktan yorgun düşmüştü. Hastanelerin acil ve kardiyoloji servislerinin en kıdemli hastasıydı artık Kumru kadın…

***

Hastane odasının rengi atmış çarşafları içinde savunmasız bir çocuk gibi yatan yaşlı kadının yaşam hikâyesiyle özdeşleştirdiği geceye, Güneş’in ilk ölgün ışıkları gözüne değdiği an mim koydu genç kadın… Zamanın çarkları arasında ezilmiş, acıyı yudum yudum hazmetmiş, ısırılmış elmanın yarısını aramaktan bezmiş analar günün bilinmezliklerine uyanırken düşüncelerini kuşkanadına yükleyip firar etti okyanusun engin mavilikli kucağına doğru…

Fatma TÜRKDOĞAN
www.kafiye.net