İnci Kolyeli Kadın

Hatice Eğilmez Kaya


Sıcacık bir yaz sabahının erken saatlerinde dokunaklı bir sala sesiyle uyandım. Haziran ayının son günüydü. Müezzin aşinası olduğum, her dinleyişimle ruhumun en ücra köşelerine sinen o hüzünlü nameleri tekrar ediyordu. Sala bittiğinde ardına kadar açık penceremden, karşımda duran ak pak minareyi seyre dalmıştım. Kimin içindi acaba göç habercisi bu sala? 

Her gelenin mutlaka gittiği bir panayıra benzemez mi dünya? Her gelen gittiğine göre o da gitmişti, ben de gidecektim. Şaşılası bir hâl değildi karşımdaki. Onca yaşına rağmen ismini işittiğimde konduramamıştım ölümü ona. Ölüm, demir kanatlı bir kuştur oysa ne zaman kimin omzuna konacağı, ne zaman kimi alıp da götüreceği belirsizdir.
İki sıra bembeyaz inci vardı daima Gülbahar Hanım’ın yıllara dayanak olan tenha boynunda. Bu boyun sanki pamuktan bir başı değil de ömür boyunca biriktirilen kederleri taşımakla yükümlüydü. Gülbahar Hanım’ın kolyesi akça saçlarının altından tebessüm eden iyimser incilerden ibaretti. Yaşlı kadın ne kadar çok ağladıysa inci kolye o kadar çok gülmüştü. Sahibinin ve eşyasının arasındaki tezat, gece ile gündüz kadar belirgindi. Yine de bu zıtlığı sadece Gülbahar Hanım’ı yakından tanıyanlar anlayabilirdi. Elbette eğer dikkat ederlerse. 
Çoğunlukla apartmanın serince girişinde karşılaşırdık Gülbahar Hanım’la. Sabah, öğlen, kuşluk ya da akşam vakti… Nedense her karşılaşmamızda inci kolyesi dikkatimi çekerdi. Gözlerim arada bir bu güleç yüzlü kolyeye takılarak ayaküstü birkaç kelam ederdik onunla. Merhaba, nasılsınız, çok şükür iyiyim siz nasılsınız, bugün hava ne kadar da sıcak, ya da soğuk, Tekmil ve yavrularından ne haber…
Tekmil, Gülbahar Hanım’ın kedisinin adıydı. Kendimi ona bu kadar yakın hissetmemin nedenlerinden birisi de ortak kedi sevgimizdi. İkimizin gözlerine de sevimli geliyordu evcilleştirdiğimiz canlılar arasında en burunlarından kıl aldırmayanları, bu nedenle de çoğu kimse tarafından nankör kabul edilenleri… 
Gülbahar Hanım yalnız yaşıyordu. Eşi, noter kâtipliğinden emekli olduktan kısa bir süre sonra, genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiş. Dört kız çocuğu kalmış eşinden yadigâr. Farklı yaşlarda babasız kalan kızlarıyla tek başına ilgilenmek zorunluluğu, ilk zamanlar ona oldukça zor gelmiş olmalı. Zaman zaman ziyaretine gittiğimde eşiyle yaşadığı günleri ve ölümünü, kızlarının eğitim süreçlerini, evliliklerini, eşinin ani vefatından sonra yaşadıklarını anlatırdı.
Eşi, onu ve kızlarını gerçekte çok sever, evlerinin nafakasını hiçbir zaman eksik etmezmiş. Fakat o kadar huysuz bir adammış ki kızları o, eve geldiğinde çil yavrusu gibi bir yerlere dağılırlarmış. Zoraki söylenen bir ‘hoş geldin baba!’ karşılamasından, kısa kesilmeye çalışılan hal hatır sormalardan sonra odalarına çekilirlermiş. Eşinin her türlü hizmetini Gülbahar Hanım görürmüş. Ders çalışan kızlarını rahatsız etmek istemeyecek kadar da önemsermiş onları babaları. Severken sevilmemek, sevdiklerinin sevgisini yitirmek ne kadar içler acısı bir haldir onun gözlerinde görülürdü herhalde. Acaba hane halkından bu mutsuz gözbebeklerine cesaret edip de bakan oldu mu?
Gülbahar Hanım, komşum olduğunda kızlarının hepsi evlenmişlerdi. Hatta büyük kızının torunu dahi olmuştu. Evladının torununu görmüş bir kadın olarak maddede oldukça yaşlıydı. Zamana meydan okuyan dimdik gövdesi ile zemini bastona dahi ihtiyaç duymadan sağlam ve dingin adımlardı yine de. Yıllar geçtikçe sağlamlığından da dinginliğinden de bir şeyler kaybetmemişti. 
Karanlık ve uzun gecelerde, tek başına geçirilen sıradan her günde tükenmiyor, adeta yeniden canlanıyordu. Müthiş bir var oluş sevinci ile bezenmiş, miskinliğe asla yer olmayan uzun ömrünün ona kazandırdığı bir canlılıktı bu. Burnunun ucundan hiç düşmeyen gözlüğü ile azimli ve titiz bakardı dünyaya. O aydınlık yaz sabahında yankılanan sâlâ onunmuş meğer. Oysa son gününün ilk saatlerinde bile ayaküstü Tekmil’den, havaların alışılmış sıcaklığından, ipe dizdiği kurumaya aday biberlerden söz etmiştik.
İnsan galiba en çok yaşadıklarını biliyor. Ne gördüklerimizi, ne anlatılanları ne de birilerinin bize ezber ettirmeye çalıştıklarını tam olarak kavrayabiliyoruz. “Kendi kalbine, kendi diline, kendi haline dikkat et kızım,” demişti bir gün Gülbahar Hanım bana. “Bize ne elden!” Değil mi ya, bize neydi elden! Bu sözleri elbette durup dururken söylememişti. Canımı yakan birinden çocukça ve çokça şikâyetçi olduğum için söylemişti. Hep yapıyordu bunu o kişi üstelik. Hani siz sustukça susmazlar, siz durdukça durmazlar vardır ya! İşte onlardan sadece biri. Onun yaptıkları, onun söyledikleri beni ilgilendirmese iyiymiş. Dertlerimizi anlattıkça daralırmış kalbimiz.
Eşi sağlığında ailesine oldukça rahat bir hayat yaşatmış, öldüğünde de arkasında yabana atılmayacak bir miras ve dolgun bir maaş bırakmış. Buna rağmen o öldüğünde ağlayamamış Gülbahar Hanım. “Severek evlendik. Gençlerin birbirlerini görmeden evlendikleri bir devirde o beni, ben onu çok sevdik,” derdi hep. Ben her ne kadar buna inanamasam da Gülbahar Hanım sözlerine inanılmayacak bir insan olmadığından sessiz tereddütlerle dinlerdim ondan bu tuhaf aykırılığı. Gülbahar Hanım, tıpkı benim gibi ebedi hayata inanan bir kadındı. “Bu dünyada seninle yaşadım fakat öte âlemde seni istemeyeceğim,” demiş bir gün eşine. Eşi içli bir tebessümle gülümsedikten sonra “bana sorarlarsa, ben yine seni alırım. Sen o güzel başını yorma,” diye cevap vermiş. Eşini sevdiğini iddia eden bir adam neden ona dayanılmaz ölçüde kırıcı davransın ki… Anlamlandırmak çok zordu doğrusu.
Uzun kış gecelerinde Gülbahar Hanım’ın kapısını çalardım. Karşısına oturur saatlerce onu dinlerdim. Soğuk memleketlerde kar ve buz saçakları beklerken bizim de camlarımızda yağmur damlalarının raksı olurdu. Ak saçlı, inci kolyeli kadın bir ömrün serencamını yavaşça kalbimin kapılarına serperdi. Dilinden saçılanları temkinli, munis ve yorumsuz toparlardım. Zaman ne kadar uçsuz bucaksızsa, ömürlerimiz o kadar bitimliydi. 
Gülbahar Hanım ve sert mizaçlı eşi ilk kızları dünyaya geldiğinde kendilerini dünyanın en mutlu ailesi bilmişler. Minik ve pembe eller, ipekten yumuşak bir bebek… O tertemiz yüze baktıkça yer gök şenlik olmuş onlar için. Daha sonraki yıllarda ikinci, üçüncü ve dördüncü bebeğin kız olması taşralı noter kâtibini esrarlı bir hal ile rahatsız eder olmuş. Geceleri geç gelmeler, içkili âlemlerde sermest olup git gide evden uzaklaşmalar. Serzenişlere sert tepkiler…
Bana kalırsa Gülbahar Hanım’ın eşi bambaşka ve asla hiç kimseyle paylaşmadığı bir yalnızlığa sahipti. İçinde gizlediği bir yitik bahçesi vardı da sanki oraya hiç kimseyi almak istemiyordu. Mutluluğu ışıltılı gecelerde, bayram şekerine benzeyen kadınlarda, dost zannettiği, tuhaf alışkanlık sahibi zavallılarda aramıştı. Gafildi, asla ayılamadığı bir sarhoşluğun aciz kölesiydi. Korkaktı ve gittikçe zalimleşen bir şansızdı. 
Gülbahar Hanım kızlarının babalarını sevmeyişlerine içerlerdi bazen. Ona göre ne olursa olsun babalarına karşı olumsuz his beslemeleri doğru değildi. Yaşadığı müddetçe evine rızık getiren bir baba her türlü olumsuzluğa rağmen sevgi ve saygıyı hak ederdi. Kırılan kalplerin onarılamayacağını, bir kaptan toprağa akan suyun kabına dönemeyeceğini bilse de kendi karanlığından muzdarip bir adama sitemin kâr etmeyeceğini kavramıştı çoktan. Fakat kızları toydu, babalarına toyluğun verdiği sabırsızlıkla bakıyorlardı. Affetmemek ve zaten çorak olan bir kalbi sevgisiz bırakmak yanlıştı. Benim gördüğüm, Gülbahar Hanım’ın yangının içinde olmaktan ötürü ayırt edemediği hal şuydu: Çocuklarının içindeki öfkeyi de o doğurmuştu tıpkı onları tarifsiz sancılarla doğurduğu gibi.
Bir ikindi vakti Gülbahar Hanım’ı görmek ve onunla sohbet etmek isteğine kapıldım. Dairesinin kapısına yaklaştığımda içeriden koridora taşan bir ses kalabalığı fark ettim. Sesler yüksek değildi fakat gergindi. Gülbahar Hanım’ın kapısının önünde alışık olduğum manzara bir çift küçük ve naif sokak terliğinin sakince duruşu olurdu. Oysa şimdi öyle değildi. Belli ki aile meclisi kurulmuştu. Hiç ses etmeden evime döndüm. Şirin komşumun kapısını gün akşama iyice yaklaştığında yeniden yokladım. Bu kez hem içerisi hem dışarısı kimsesizdi. Gülbahar Hanım’la karşılıklı oturduğumuzda birkaç saat önce bu büyük salonda neler konuşulduğunu soramadım. Kısaca, “beni alıp götürmek, bana sıra ile evlerinde bakmak istediklerini söylediler de ben kabul etmedim,” dedi. “Yalnızlık acıtmıyor içimi, sıra ile evden eve dolaşmak ihtimali kadar. Elden ayaktan düşersem alıp götürsünler beni,” diye de ekledi. Elden ayaktan düşmedi o, alınıp götürülmedi de sıra ile katlanılacağı evlere.
Konu komşu bazen gizli saklı bazen aşikâr, Gülbahar Hanım’ın yalnız ölmesinden duydukları endişeyi dile getirirlerdi. Benim kalbime ise uğramazdı bu karamsar ihtimal. Sala sesini duyduğum sabahın gecesinde geç vakitlere kadar onunlaydım. Kız torunlarından biri ziyaretine gelmişti. İncecik, gül dalını anımsatan, kibar endamlı bir kızdı. Havadan sudan, ülkenin her zamanki tuhaf gidişatından, sevilen şarkılardan, unutulmaz dostlardan, hayattan, ölümden, anlaşılması neredeyse imkânsız insanlardan, aklımıza gelen ne varsa ondan söz ettik. En çok da Gülbahar Hanım konuştu kâh neşeli kâh hüzünlü bir eda ile… Ne kadar da genç, ne kadar da sağlıklı görünüyordu o gece! Her haliyle söylenmemiş hiçbir şey kalmasın ister gibiydi. O geceden aklımda kalan en güzel söz Gülbahar Hanım’ın kötülükten azade dilinden dökülen, “kalpler yan yanayken ayrılık olmaz,”dı. Ben de bilirdim kişi sevdiğiyledir daima. Bu sözü söylediğinde eşiyle yaşadığı uzun fakat ayrılık kokan yılların irili ufaklı öyküleri gelip geçti içerimden. 
Müsaade isteyip yanlarından ayrılırken pamuk saçlı komşum her zamanki gibi helallik istedi. Helalleşmek onunla benim aramda neredeyse her ayrılışımızda gerçekleşen bir gelenek olduğu için şaşırmadan, son görüşmemizmiş hissine kapılmadan, hatta ezbere konuşarak, “güzel Gülbahar teyzem benim senin üzerinde ne hakkım olabilir, var ise helal olsun. Asıl sen helal et hakkını bana,” deyiverdim. İpekten yumuşak ellerini öptüm. Tatlı bir gülümseme ile, “komşuluk hakkı, ne kadar da önemlidir kızım. Öyle deme! Benim hakkım da sana helal olsun,” dedi. Gözlerine baktım, gözleri yıldız yıldızdı.
Gecenin bir yarısında, “korkma kızım! Sol kolumda bir uyuşma var, kalbimde de hafif bir sızı. Annenleri, teyzenleri ara. Sabah gelsinler,” deyip torununu uyandırmış. Telefon görüşmeleri, karşılıklı okunan dualar derken sonsuz derinlikte bir uykuya dalmış Gülbahar Hanım. Sağlığında uyumayı severdi. Göçü de uykuda olmuş. İnci kolyesini boynundan kim çıkardı acaba?

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net