YOLUN SUÇU NE? 

          Anadolu’nun güneyinde son derece şirin bir şehirdi burası. 1979 yılının şiddetli kışına, soğuğuna ve kara gebe kalmış, yollar da bu nedenle kapanmıştı. Nuray, kız kardeşi Firuze ile birlikte yokluk ve yoksulluk içinde okuma mücadelesi veriyordu. Yaşam onlar için hayli zordu. Baba Ökkaş bey duvar boyacısı olarak çalıştığından, hava şartlarından dolayı iş yapamaz olmuş, dolayısı ile anne Fatma hanımın evdeki dikiş makinesi ile komşulara diktiği kıyafetlerin parası, onların geçim kaynağı olmuştu. Akşam olunca Fatma hanımın yaptığı sıcacık bazlamalar ve bakır tencerede pişirilen bulgur pilavı, hele bir de yanında turşu varsa o günün en lezzetli yemeği oluyordu. Nuray ve kız kardeşi Firuze’nin oturdukları betonarme ev, rampa yolun hakim olduğu bir mahallede idi. Mahallede oturan sakinler, çoğunlukla geçimini fıstık kırarak kazanırlardı. Tıpkı Nuray ve Firuze’nin okumak ve eve katkı sağlamak için fıstık kırmaları gibi.

          Her gün sabah erkenden kalkar, sabah ayazının tüm soğuğunu soluyarak, fıstıkçı Cimo’nun evinin yolunu tutarlardı. Buz tutmuş rampa aşağı yolda ilerlemek, bu iki küçük kız kardeş için hayli zordu. Fıstıkçı Cimo, asabi tavrı ile fıstıkları torbaya doldurup tarttıktan sonra, köhne bir masanın çekmecesinden neredeyse tüm sayfaları yazılmış olan, yaprakları kırışık bir okul defteri çıkartarak, torbaya tartarak koyduğu fıstığı bu deftere not düşüyor ve ekliyordu;

–          Fıstıkları iyi kırıp iç edin haa! Birde kırdığınız fıstıkları sakın yemeyin. Eğer fıstık içini getirdiğiniz zaman tarttığımda eksik gelirse, paranızı vermem.

Nuray ve Firuze bu sözlerin karşısında bir şey demeden, başlarını öne eğip tamamı 1 çeki (60 kg) olan fıstığın, yarım çekisini (30 kg) Nuray, yarım çekisini de Firuze sırtına aldı. O küçük bedenlerinin atabildiği minik adımlarla, kar demeden, soğuk demeden, rampa yolda evlerinin yolunu tuttular. Hava o kadar soğuktu ki, yüzleri rüzgârın etkisi ile adeta donmuş, çuvalı sırtlayarak tutukları elleri soğuktan morarmıştı. Üstte başta bir şey yok. İncecik basma kumaştan annelerinin diktiği pijama, onun üstünde ise yine basma kumaştan dikilmiş bir elbise vardı. Çorapsız ayaklar, plastik pabuçların içinde karda yürümelerini zorlaştırıyordu. Neredeyse soğuktan ayak tabanlarını hissetmez olmuşlardı. Yürürken attıkları her adımda yol bitmek bilmiyor, sanki uzadıkça uzuyordu. Her gün sırtlarındaki fıstık dolu çuvallarla, bu yolu gidip geliyorlardı. Öyle ki bu yol iki kardeşin ömürleri boyunca, onların yaşamında hiç unutamayacakları, zorlu bir hayat sınavının verildiği yol olarak hafızalarında yerini alacaktı. Bu zorlu yolculuğun ardından nihayet eve gelmişlerdi.

          Fatma Hanım, evin ortasında bulunan tandırı biraz çekerek, sobanın kurulu olduğu odanın tam ortasına büyük bir bez sofra açtı. Bu sofranın üzerine, büyükçe bir taş getirdi ve fıstıkları kırmak için de ayrıca küçük taşlar getirdi. Büyük taşın üzerine konulan fıstıklar, ele alınan küçük taşlarla kırılıyor, iç ediliyordu. Nuray ile Firuze eve getirdikleri fıstıkların yarım çekisini (30 kg), öğlen okul vakti gelene kadar fıstık taşında kırıp iç ediyor, kabuklarını ise ısınmak için sobada yakacak olarak kullanıyorlardı. Kalan yarım çeki (30 kg) fıstığı ise, akşam okuldan geldikten sonra kırıp iç edeceklerdi. Sürekli fıstık kırdıkları için, ikisinin de parmakları paramparça yara bere içindeydi.

          Bir iki lokma yemeğin ardından, siyah önlüklerini giyerek, beyaz yakalarını takıp, teyzelerinden kalan kırmızı okul çantasına koydukları kitap ve defterle okul yolunu tutmuşlardı. Okul, bu dik ve rampa yolun tam tepesindeydi. Soğuğun ve karın esir aldığı bu kentin tüm yolları neredeyse kara ve buza yenik düşmüş, yaşamı olumsuz yönde etkiler olmuştu. Her gün zor koşullar altında okula gitmek, küçük hedeflerin büyük ideallere dönüşebilmesi, o yolda atılan minik adımlara bağlıydı. Mesela küçük bir kız çocuğu, hastalara şifa olmak istiyordu doktor olup. Bir diğeri, okuma yazma bilmeyen küçük yüreklere öğretmen olup, bilgi dağıtmak istiyordu. Mahalledeki tüm çocukların küçük de olsa bir ideali vardı. O ideale ulaşmak ise, dik yokuşun hakim olduğu, rampa yolun tam tepesindeki okuldan geçiyordu.

          Nuray ve Firuze’nin küçük adımlarla ilerledikleri yokuş, zaman zaman onları kandırıp kaymalarına ve düşmelerine sebep oluyordu. Firuze; Nuray’a göre iki yaş daha küçük olduğundan soğuğa dayanamıyor, zaman zaman yolda durup ellerini minik avuçlarının arasına alarak, nefesi ile ısıtmaya çalışıyordu. Bazen de yolun acizliğine uğrayıp düşüyor, canını yaktığı için ağlıyordu. Her defasında ablası Nuray onu teselli ediyor, koruyup kollamaya çalışıyordu çocuk yüreğiyle. Nede olsa o büyüktü, kardeşini korumak onun vazifesiydi. Bu bilinçle anne yarısı gibi görüyordu kendisini. Ya ona bir şey olsa, onu kim koruyup kollayacaktı. Kim abla olacaktı ona, bunu bilemiyordu.

          Okuyabilmek, ideallerine ulaşabilmek uğruna kat ettikleri yol, bu iki küçük kız kardeşin en büyük çilesiydi. Okulun adının yazdığı “Nezihe Osman Atay İlkokulu” yazısı göründüğünde, yoldaki çilelerinin bitişi onların en büyük bayramı oluyordu sanki. Akşam olup ta eve dönme vakti geldiğinde, bu bayram yerini kasvetli bir düşünceye bırakıyordu. Öyle ya, geldikleri yolu birde dönmek vardı. Aynı mahallede oturan birçok öğrencide Nuray ve Firuze gibi zor şartlarda okula gidip geliyorlardı. Kış mevsiminin buhranlı ve karanlık havasında, emin adımlarla ilerleyerek eve doğru yol almaya çalışıyorlardı bu minik yürekler. O rampa yoldan inerken, belki sayısını hatırlayamayacakları kadar kayıp düşmüşlerdi ikisi de. Akşam yenilen yemekten sonra, yine büyük bez sofra açılır, üzerine konulan fıstık taşında kalan yarım çeki (30 Kg) fıstık, anne Fatma hanımın anlattığı masallar eşliğinde kırılarak iç edilirdi.  Bazen o anlatılan masalların kahramanı olunurdu düşlerde, bazen de güzeller güzeli bir peri kızı. Televizyon yoktu, tek eğlence anlatılan masallar, sorulan bilmecelerdi. Daha sonra yorgun düşen bedenlerinin esiri olup, derin bir uykuya dalarlardı.

          Sabah gün ışırken uyanır, soğuk mu soğuk, buz gibi su ile el yüz yıkanır ve iç edilen fıstık çuvalları sırtlanarak, fıstıkçı Cimo’nun evine doğru yol alınırdı. Sabah ayazında, sanki yollar daha da bir buzlu oluyordu. Sanki soğuk, daha da bir sert vuruyordu yüzlerine. Yaşamın acımasızlığı içinde, fıstık içlerini yerine teslim edip, ellerine tutuşturulan üç beş kuruş para ile yeniden kırmak için aldıkları fıstık çuvallarını sırtlayıp, evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yine öğlen olup ta okul vakti gelene kadar, yarım çeki fıstık kırılıp iç edilecek, kalan yarım çeki ise, akşam okuldan döndükten sonra, annenin anlattığı masallar eşliğinde kırılıp bitirilecekti. Fıstıkçı Cimo’dan aldıkları fıstık parası ile Fatma Hanım evin giderlerini karşılamaya, çocukları okutmaya gayret ediyordu. Baba Ökkaş beyin işten gelişini, abla Nuray ve Firuze birlikte el ele koşarak karşılardı. O uzun yorucu yokuş yolu, tek adımlık yaparlardı adeta. Babalarının bir elinden Nuray, diğer elinden Firuze tutardı büyük bir mutlulukla.

                     Sağ sol davalarının gündemde olduğu, bazen sokak aralarında bile askerlerin gezindiği, yağ, şeker, pirinç, ekmek, tüp ve gaz yağı için uzun kuyrukların oluştuğu günlerdi o günler. Bazen siyasi düşünceler nedeni ile çıkan kavgalar, mahalle bekçisinin düdüğünü çalması ile bir anda durulur, herkes günlük olağan işlerine dönerdi. Halk polisten çok korkar, polis denildiği anda dizlerin bağı çözülürdü. Oysaki o küçük mahalle kavgaları diye adlandırılan kavgalar, 1980 yılı 12 Eylül ihtilalinin, işkencelerin, yargılı yargısız idamların, infazların, göz altıların, ölümlerin ve sönen hayatların temel izlerini taşıyormuş. Bunu o günlerde idrak edemeyen küçük yürekler, kavganın içinde kalmamak adına, korkarak saklanacak yer ararlardı. Nuray ile Firuze ise, o rampa yolun dik yokuşuna kurulu betonarme evlerinin karşısındaki kaldırım taşından güç alırlar, korkudan nefes nefese o taşın üstüne oturup sakinleşmeye çalışırlardı.

           Zaman hızla geçiyor, günler günleri kovalıyordu. Bir gün okul çıkışı eve doğru ilerledikleri, rampa aşağı karın buza dönüştüğü yolda, Firuze şiddetli şekilde düşüp çenesini fena halde yaraladı. Her gün gidip geldikleri o yokuş yol, Firuze’ye kötü bir oyun oynuyordu adeta. Nuray can havli ile kardeşinin üzerine eğilip, ona yardım etmeye çalışıyordu. Nasıl telaşlanmasın ki, kardeşi onun canı idi. Abla değil, küçük anneydi o. Anne edası ile kardeşini kucaklıyor, teselli etmeye çalışıyordu. Ancak karın altında kalan çakmak taşının sivri kısmı, şiddetli düşme etkisi ile Firuze’nin çenesine saplanmış, o bölgeden de çok fazla kan dışarı akmıştı. Nuray; bembeyaz karlı yolun birden kırmızı kanla kaplanmış olmasından dolayı çok korkmuş olmalı ki, kardeşini sırtına aldığı gibi, gözyaşları içinde o yokuşu sanki uçarak, evlerinin yolunun tuttu. Firuze, ablasının sırtında canı acıdığı için ağlıyor, Nuray ise; kardeşinin durumuna üzüldüğünden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İkisinin de gözyaşı ve ağlama sesleri akşam karanlığında sessizliği bozuyor, Firuze’ye kötü bir şaka yapan rampa yolda yankı buluyordu. 

          Eve geldiklerinde kardeşi ile ilgilenmediği için, annesinden işiteceği azarı, yiyeceği dayağı dahi düşünmeden, kardeşini annesine teslim etti. O zamanın yaralar için en iyi ilacı olan nar pekmezi, hamura katılarak yaranın üzerine konuldu. Kardeşi ile ilgilenmedi diye Nuray’ı fena halde döven annesine seslendi Firuze çocuk yüreğiyle;

–          Ablam suçlu değil, tek suçlu o yokuş yol. Diyebildi.

 

          Kışın hüznü ağır oluyordu. İki kardeşin yüreğinde biriktirdiği sözler, bir konup bir kalkan, hiçbir yere uçamayan küçük serçe yavrusu gibi kanat çırpıyordu gözlerinde. Aradan geçen birkaç aylık zaman diliminden sonra, ihtilalin gölgesi ile korku inmişti gözlere. Dışarısı karanlık, yıldızlar ölümcül uykularında. Her tarafta sıkıntı, korkulu bir bekleyiş kol geziyor sokaklarda. Kimsenin kimseye güveni kalmamış. Herkes her şeyden şüphelenir olmuş. Oysaki aynı mahallenin insanlarıydı onlar, en yakın komşularıydı çoğu. Evlerinin hakim olduğu o yokuş yolda, mahallelerindeki kaç kadının, kızın, kaç erkeğin, kaç babanın coplarla dövülerek,  yerlerde süründüklerine şahit olmuşlardı bu küçük yürekler. Kış gelince kar ve buzun esiri olan o yol, nelere tanıklık etmişti. Kimler gelip geçmişti üzerinden. Küçücük çocuklar o yokuşu arşınlayarak, okul yolu yapmışlardı. O yoldan askerlerin zıpçıkları altında gidenlerin, bir daha hiç dönemediklerine şahit olmuşlardı. Firuze’nin düştüğünde kan döktüğü o yokuş yol, yasak olan hakların elde edilmek uğruna yapılan kavgalarına tanık olmuştu. O yolda nice analar, bacılar ağıtlar yakmıştı kaybettiklerinin ardından. Oysaki bu defa o yokuş yol suçlu değildi. Tek suç çocuk olmaktı…

04.01.2011 / İstanbul
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Bilimcisi
Yazar Şair
www.kafiye.net