Semi

Biz sohbetteyken bir grup arkadaş daha geldi masamıza. İhsan, Orçun, Mahir, Hasan… Arkalarından da Nazan’la Ayşe… Gemi yükünü aldı. Define, anlattıklarından ve anlatılanlardan bunalmışa benziyordu. Hele önceki olay, onu iyice örselemişti. Piposundaki kurumu masanın kenarına vurarak temizledi. Tütün paketine üç parmağını soktu:

“Bir şarkılık oldu!” dedi ve başını mutfak tarafına çevirerek içeriye seslendi: “Aç bakayım radyoyu, Duygu!”

“Senin zamanında radyo mu vardı, dede! Hazreti Musa bile gelmemişti. Sahi, Hazreti Âdem’in kaçıncı göbekten akrabasısın?” diye takıldı İhsan. O bunu hep yapıyordu.

“İlk oğluyum! Almayayım ayağımın altına, iki saat bırakmam!..”

“Kork Allah’tan, kork Allah’tan korkmayandan!..”

“Ulan oğlum, benimle uğraşma! Bak, dua et Lütfiye Hanım’a… Onun hatırına ses çıkarmıyorum… Kızım, bir şarkı türkü bul! Yok mu? Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla’dan falan?”

“Ne var bunda kızacak, dede? Bağıracağına eskilerden anlatıver biraz da içimiz açılsın! Sen bilirsin o zamanları. Şeytan icadı çıkmadan önceki dönemi… Adaları modaları… Mehtaplı gecelerde sandaldan yükselen gazelleri… Seyrana çıkan güzelleri… Gülleri laleleri… Neyden meyden bahsediver, n’olursun!”

“Bizim zamanımızdan önce o! Eskiden, İstanbul’daki evlerde utlar, neyler, kanunlar çalınırmış. Kadınlar kızlar def çalarak eğlenirlermiş. O seslerle raks ederlermiş. Kenar mahallelerde darbukalar, dümbelekler… Zikirlerde bile kudümler vardır. İnsan sesi, en iyi enstrümandır.”

“Sonra gramofonlar icat edildi. Taş plaklar… Değil mi dede?”

“Ya… Aman ne plak satıldı, Türkiye’de! Sahibinin Sesi… Üstünde köpek resmi… Yeter kızım, arama! Yok demek ki! O zaman sen bir Safiye Ayla kaseti koyuver teybe de dinleyelim!”

Altı ay önce Ankara, İstanbul, İzmir, Erzurum, Diyarbakır, Antalya ve Çukurova radyolarının katılımıyla Radyo 1 kanalı meydana getirilmiş ve tam gün kesintisiz dinlenebilir hale gelmişti. Artık yılbaşında açılan Radyo 2 ve Radyo 3 kanallarını da dinleyebiliyorduk. Yani ne sunarlarsa onu…

“Nağmeler, nameler, destanlar… Âşık olup da kaleme sarılmayan yok gibidir, senin gibi… Cahiller bile yakınlarına yazdırırlarmış, bir yolunu bulup yavuklularına ulaştırırlarmış. Erkekler, bahçelerin tenha yerlerinde, sevgililerine ay ışığında şiirler okurlarmış.”

“Bizim zamanımızda haber spikerleri bile şiir okurdu.”

“Senin zamanında radyo var mıydı?”

“Tabi vardı. Ben o kadar eski miyim? Zaten radyoculuk da dünyada çok eski değil. 1920’den beri radyo sesi duyulmakta… Hiç unutmam… İstanbul Radyosunun ilk yayınlarını… Spiker kızcağızın bağıra bağıra şiir okuyuşunu… Evin içinde nasıl da yankılanırdı! Gözyaşlarıma hâkim olamaz, evdekilerden nasıl gizleyeceğimi bilemezdim! Ardından, Orhan Boran’ın Yuki isimli programı başlardı.

Zaten Türkiye’de ilk resmi radyo yayını, 1927 yılında, yaza doğru Sirkeci’deki Büyük Postane’nin üst katında, Eşref Refik’in yaptığı anonsla başladı: “Alo alo! Muhterem Sami’in, burası İstanbul telsiz telefonu…”

“Nerede o eski spikerler! Nerde o eski şairler, o şiir yorumcuları! Yahya Kemaller, Fazıl Hüsnüler, Faruk Nafizler… Hele şarkılar… Gece yarıları salacakta balığa ağ atmalar…”

Bir giriş taksiminden sonra Safiye Ayla başladı: “Seninle doğan güldür bu gönül… Ah bu gönül şarkıları…”

“Yayın başladı ama daha kimsede alıcı falan yok… Halk, her akşam, postane binasının kapısının üstüne konan bir hoparlörden haberleri dinlemeye gider, dönüşte mahalledekilere anlatırdı.”

“Ankara Radyosu yok muydu o zamanlar, dede?” diye sordu, Orçun.

“Bizimkinden bir yıl sonra açıldı o. Ankara Postanesi’nin alt katında yayına başladı. O zamanlar, büyük hadiseydi. Nüfusumuz on üç milyon kadar olduğunda, çok da güçlü olmayan bu yayınları alan ancak iki bin kadar radyo ya vardı ya da yoktu. Ankara Radyosu, yaklaşık on yıl sonra Sıhhiye’deki yeni binasına taşındı, yayınına uzun ve kısa dalgadan devam etmeye başladı. Orta dalgadan yayın yapmakta olan İstanbul Radyosu da Harbiye’deki binasına ancak yirmi yıl kadar sonra geçebildi. O yıl İzmir Belediyesinin radyosu da açıldı. Bir on yıl kadar sonra da Adana, Antalya, Gaziantep, Kars ve Van radyoları açıldı. O zamanlar radyo açılışları büyük olaydı.”
“Antalya Radyosunun açılışı da olay olmuştu. Çok önceden haber almış, o günü heyecan içinde beklemiştik. Nihayet o sesi işittik. Çok yakından gelen gayet net bir erkek sesi… Parazitsiz, gür, hiç de yabancı olmadığımız bir ses… Sonra zamanla başka sesler de eklendi… Meğer bu iş o kadar önemsenirmiş ki bu radyo yayını için TRT spikerleri gelir giderlermiş. Antalya’da da iptidai bir şekilde başlamış olmalı. Ben de yayının nereden yapıldığını merak etmeye başladım. Daha önce neredeydi bilmiyorum ama Şarampol’de, Cumhuriyet İlkokulunun arkasındaki yeni bir binaya taşındıklarını duyduğumda gidip bakmaktan kendimi alamadım. Diğer binalardan farkı, sadece üstündeki kocaman antendi.” dedim. “Yıl, 1964 müydü neydi… Ablam: “Radyonun babası, Lee De Forest’tir. İlk yayını, 1909 yılında, Eiffel Kulesi’ne yerleştirdiği antenle yapmış.” derdi. O da annem gibi Hayat Mecmuası okur, gazete kupürleri saklardı.”
Safiye Ayla acıklı bir şarkıya başladı. Ağıt gibi bir şeydi: “Yanık Ömer, her savaştan bir yara taşıyor… Yanık Ömer, Yiğit Ömer… Övünmeden yaşıyor. Kurtuluş Savaşında… Yirmi sekiz yaşında…” derken, ansiklopedik bilgisine hayran olduğum Lütfiye Hanım, o zamanları anımsanış olacak ki heyecanla anlatmaya başladı:

“Kurtuluş Savaşı sırasında, 1921’de İstanbul’da, bir Fransız gemisinden yapılan müzik yayını, İstanbul Üniversitesi öğrencilerine dinlettirilmiş.

İleri Gazetesi’nin sahibi Sedat Nuri Bey, bizde de radyo istasyonu kurulsun istemiş. Bu fikrini radyo meraklısı olan yeğeni Hayreddin Bey’e söylemiş. O da düşüncesini hükümete iletmiş ama bu işe sıcak bakılmamış. Ülkemiz için ne kadar elzem olduğunu anlatmaya çalışsa da, teknik eleman yokluğunu, milletin de henüz buna hazır olmadığını öne sürerek engellemişler. Halbuki o zamanlar dünyada en çok plak satılan ülke durumundaymışız. Demek ki her milletten çok hazırmışız.”

“Canım o zamanlar, gâvur icadı diyenler de az değildi hani!”

“Orası öyle, Necmettin Bey ama şunu da göz ardı etmemek gerekir ki başımızda, Ülke menfaatleri söz konusu olduğunda, kim ne derse desin aldırmayan, ileriyi gayet iyi gören bir lider vardı. Onun dehası, bu işi de halletmiş. Kendisine bahsedildiğinde:

“Aleti getirsin de dinleyelim!” demiş.

Hayreddin Bey, kendi yaptığı alıcıyı Orman Çiftliği’ne götürmüş. İstasyon ararken Rus radyosunun yayını çıkmış. Atatürk, Sofya’dayken biraz Rusça öğrenmiş olduğundan bir süre dinlemiş ve anladığı kadarıyla:

“Efendiler! Bakın, propaganda yapıyorlar!” demiş. “Derhal istasyon kurulsun!”

O zamanlar, sadece akşamları dört beş saat yayın yapılıyormuş. O iş için yetişmiş eleman olmadığı için söz ve müzik yayınlarını ses sanatçıları ve tiyatro oyuncuları yapıyormuş. Haberler de Anadolu Haber Ajansındanmış.”

“Ya… Her haberden önce bunu da özellikle belirtirlerdi. İlk dönemlerde Türk Müziğine dayalıydı. Atatürk’ün arzusuyla operalar ve batı müziği de yayınlanmaya başladı. Hele mecliste batılılaşma konusunda yapmış olduğu konuşmadan sonra Türk müziği yasaklandı. Ancak konferanslar ve konuşmalar sözlüydü. Bir de Darülbedayi sanatçılarının temsilleri…”

“İlk naklen yayın da Atatürk’ün arzusuyla gerçekleşmiş. 1932’de, Ayasofya’da okunan mevlit yayınlanmış. Akabinde İskeçe, Şam, Bağdat ve Tunus’tan kutlama telgrafları yağmaya başlamış.”

“İlk radyo yayını konusunda ben de başka bir şey duymuştum.” diye araya girdi Define. “Cumhuriyetin ilanından önce, hani geldikleri gibi giderlerken, Fransız işgal kuvvetleri komutanı General Charpie, bir telsiz telefon hediye etmiş. Onunla İstanbul^daki Öğretmen okulu öğrencileri, öğretmenleri Rüştü Bey ile okulun bodrumunda bir deneme yapmışlar. Yayın, İstanbul Üniversitesi’ndeki seçkin davetliler ve basın mensupları tarafından dinlenmiş. O zamanlar büyük olay olmuştu bu! Gazeteler yazmıştı. Memlekette bir sevinç!”

“Nasıl bir yayındı acaba?”

“Önce nutuk, sonra da neyle bir zeybek şarkısı terennüm edilmiş. Fakat yayın net değilmiş. Limandaki gemilerin telsizleri de karışıyormuş.”

“Ne kadar tuhaf, değil mi dede?” dedi, Mahir. “Bir radyo yayını için kıyametler kopmuş! Neymiş efendim, sesler ötelerden alınabilecekmiş. Düşünüyorum da… Hani Allah’ın sıfatlarından Semi vardı ya… O aklıma gelince aklım başımdan gidiyor!.. Sonra ses kaybolmuyor. Dolanıp duruyor…”

“Neden oğlum? Onda şaşılacak ne var? Semi, ezeli ve ebedi olan bir kemal sıfatıdır. Kur’an’da sık geçer. Allah her şeyi işitir.”

“İşitir de dede… O nasıl bir işitme öyle! Duymasında mesafenin tesiri yok. İşitmesi, bizim işitmemiz gibi uygun ortam ve alıcı gerektirmez. Sesi de yayılmasına uygun ortamı da mükemmel bir alıcı olarak kulağı da yaratan O! İkisini verip üçüncüsünü vermeseydi işitme gerçekleşemezdi. Derin bir sessizliğe gömülürdük. Dışarının sessizliği, içerinin korkunç uğultusu demektir. Sessizlikte, damarlardaki kanın, nehirler gibi çağlayarak akmakta olduğunu fark ederiz. İyi ki iç ve dış basınç dengede… Yoksa kulaklarımızdan kan fışkırırdı! Ne kadar da zavallıyız! Ne kadar da aciz…”

“Sadece sesleri, mi evladım? Kalbimizden geçenleri bile bilir, düşüncelerimizden dahi haberdardır. Ağzımızdan çıkan her sözü, yaptığımız her duayı duyar, akışa paralelse kabul eder, değilse karşılığını saklı tutar.”

“Duyuyor, duyuyor da hepsini kabul etmiyor. Dilediğini kabul ediyor, dilemediğini geri çeviriyor. Bir de: “Dua eden yok mu? Dua edin, kabul edeyim!” diyor. Ediyoruz ediyoruz, bir şeycik yok!” diye atıldı Nazan. Kaşlarını çatmış, çehresini karartmıştı. O da eşinden dertli. Sevişerek evlendikleri halde büyüklük taslar, kocasını uluorta aşağılar durur.

“Kabul edilmeyecek dua yoktur. Kabul etmeyeceği duayı yaptırtmaz.”

“Fakat dileklerimin hiçbiri gerçekleşmiyor. Keşke birisi benim için dua etse! Bilmem ki kimin duası kabul olur! Sen de dua etsene benim için, dedeciğim. Ne olur dua et bana! Bıktım, usandım artık! Canıma yetti!..”

“Kimin duasının kabul olacağı bilinmez. Özellikle birisinin haberi yokken diğerinin ettiği duanın reddedilmediği söylenir. Ona o kadar yüklenme! Haksızlık ediyorsun. Hiç kimse tam anlamıyla kötü veya tam anlamıyla iyi değildir. Hem fiillerin gerçek sahibinin kim olduğunu unutmamak lazım…”

“Cehenneme zümera!..”

“Kim cennete girer kim girmez? Onu da sadece Allah bilir. Giren olursa, fazlından… Çünkü hiçbirimiz hakkıyla cennetlik olamayız. Bir ayet var. Bilirsin. “Cennetliklerin yaptıklarını yaparlar, cehennemlik olarak ölürler; cehennemliklerin yaptıklarını yaparlar, cennetlik olarak ölürler.” Tövbe kapısı da son nefese kadar açık…”
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 382
www.kafiye.net