ESKİDEN ÇOK ESKİDEN

Kışın bomboş kalmış kumsallar gibiyim. Terkedilmiş tüm çay bahçeleri. Hırçın dalgalar dövüyor kıyılarımı. Artık yakamozlar da aydınlatmıyor dünyamı. Sadece birkaç martı geçiyor başımın üzerinden, çığlık çığlığa.
Yazlıkçılar tarafından terkedilmiş bir sokak köpeği gibi başımı okşayacak bir dost el arıyorum. Bir dost gülüş, bir arkadaş sesi beklerken ben, çığlıklar yırtıyor kulaklarımı, hırçın dalga sesleri…Gözlerimde birkaç damla yaş akıyor belli belirsiz. Dalgaların erişemediği kayaların arasında boynu bükük bir çiçek buluyorum. Onunla konuşuyorum dakikalarca. Beni dinlerken doğruluyor sanki, rengi daha bir parlıyor. Oysa biraz sonra yalnızlık saracak yine onu da beni de.
Neredeyim ben? Ne içindeyim zamanın ne de çıkabiliyorum dışına. Zaman mekan belli değil. Akıp gidiyor hayat. Ben yalnızlığa aşina, yalnızlık bana. Boşuna kement atmayın kuşlar, kurduğum hayallere. Hiç birinde siz yoksunuz. Düşün kirpiğimden yaşlar, yıkayamazsınız hüzünlerimi. Ağlamaktan yosun tuttu yanaklarım, bitti gözyaşlarım. Belki deniz bir avuç suyunu esirgemez benden.
Yalnızlığım ve ben, hüzünlerim ve gözyaşlarım, acılarım ve yüreğim… Hepsi kaynaşmış birbirine. Asla terk etmezler beni.
Ben eskiden böyle değildim. Paylaşırdım sevgimi değerbilenlerle. Paylaşırdım şiirlerimi, beni anlayanlarla. Şimdi ne değişti? Bizler mi büyüdük zamanın girdaplarında sürüklenirken? Zaman mı değişti? Nerde eski tatlar, eski sesler, renkler?
Biz eskiden çok eskiden sinemaya giderdik her hafta. Hani o, okula giderken şapka taktığımız, cumartesilerin tatil olmadığı günlerde. Üzerimizde okul formalarımız, yüreğimizde en saf, en temiz duygular. En temiz aşkların yaşandığı filmlerde fakir kızla ağlar, zengin gençle gülerdik. Onlara kötülük edenlere hep birlikte kızardık. Hatta izlediğimizin film olduğunu unutur, çöpçatanlığa kalkışırdık.
Aynı heyecanla koşulmuyor sinemalara. Öğrenciler başlarına şapka da takmıyor. Zengin genç aynı aşkla sevmiyor fakir kızı. Biz de arabuluculuk yapmıyoruz, farkındayız izlediğimizin film olduğunun. Hatta sıkılıyoruz, saf aşkların yaşadığı filmlerden. Sinema eskisi kadar güzel değil ama yüreğinde bir parça çocukluk kalanlar için mısırların tadı hâlâ çok güzel. 
Zaman bir kuşun kanadında. Asla yakalanmaz ve kuşla birlikte uçup giderken yanında götürür pek çok şeyi. Ağzımda acı bir tad. Yıldızlar yok gecelerimde. Oysa, eskiden çok eskiden nasıl seyrederdik tahta köşkün üzerinde Samanyolunu? Hepimizi bir yıldızı vardı. Kayan her yıldızı uçak yapar savaşırdık acımasız devlerle. Ve hep biz kazanırdık, kötülere karşı.
Hayat mı anlamını kaybetti, biz mi memnun olmaz olduk hiçbir şeyden. Eski dilde yazılmış bir kitap gibi dünya, unutulmuş bütün kelimeleri. Gölgeler sarmış dört yanımı, kayboluyorum karanlıklar içinde. Neyi tutsam elimde kalıyor parçaları. Gözyaşlarımla yıkanıyor günahlarım. Adak mumu gibi eriyor umutlarım. Acıyor yaralarım içten içe. Eksik yerlerim kanıyor yalnızlığımda. Bağırmak istiyorum, sesim duyulmuyor, kayboluyor sözcüklerim.
Eskiden çok eskiden örgülü saçlı bir kız yaşardı bir sahil kasabasında. Cebinde umutları, gözleri ufuklarda. Bir tutam sevgi vardı avuçlarında ve eteğinde horoz şekeri… her şeyin bir tadı vardı, ağlamanın bile. Her şey eskilerde kaldı.

Eskiden çok eskiden umutlarım, hayallerim, sevinçlerim; arkasında renk renk kuyruğu olan şeytan uçurtmalarım vardı.

Ayşe Sönmez Bulut – ANTALYA
www.kafiye.net