Ben Yürürüm Yana Yana
Hatice Eğilmez Kaya

İnsan neslinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en asil fakat aynı zamanda en mütevazı eylemlerden birisidir yürümek. Her yönüyle yazılmaya layık bir konu bu yüzden… Uzun zamandır yürümeye dair bir yazı kaleme almam gerek, diye düşünüyordum. İşte bugün yazmaya durdum. 


Altı yaşımdan beri okula gelir giderim. Okul yolu düz gider, nakaratını söyleye söyleye eylül ayında düşerim yollara… Haziran ayına dek yağmur demem, çamur demem, soğuk demem, sıcak demem; yürürüm ha yürürüm. Bu yürüyüşlerimde duygulandığım da çok olur. “Ne mutlu bana!” derim. “Önce öğrenmek, sonra da öğretmek için ne kadar yol aştım.” 

İlkokuldayken ve lisedeyken evim okuluma yakındı. İki üç kişilik gruplar halinde güle söyleye gider gelirdik okula. O zamanlar yolumun üzerindeki bir caddede, otobüsle yanımdan geçenleri gördüğümde onlara acırdım. Böylesi bir eziyete duçar olmadığım için binlerce kez şükrederdim. Çünkü beni hareket eden her nesne gibi otobüs de tutardı. Yürümeyi bu kadar şiddetle sevmemin asıl nedeni bu arazım olsa gerek. 

Lise yıllarımda sınıf arkadaşlarımla araştırma yapmak maksadıyla arada bir şehir kütüphanemize giderdik. Benimle yola çıkanlar kendilerini hem şanslı hissederlerdi hem de şanssız… Kütüphane çalışmasında üstüme kimse bulunmazdı. Dedektif gibi çalışır ne kendi ellerimi ne de arkadaşlarımın ellerini boş bırakırdım. Fakat gülü seven dikenine katlanır, misali dönüşte o kadar uzun mesafeyi yürüyerek kat etmeyi göze almaları gerekirdi arkadaşlarımın. Eğlenceli ve maceralı yolculuklardı bunların her biri bizler için. Bolca güler, mutlaka sıra dışı bir şeyler yaşardık. Üstelik aradığımızı bulup dönerdik evlerimize. 

Üniversitede öğrenciyken hallerine acıdığım insanlardan biri olarak yaşadım dört yıl boyunca. Liseyi bitirdiğimde hafif tombulca bir kızken birkaç ay içinde kırk küsur kiloya düşme nedenim bana işkence gibi gelen otobüs yolculuklarımdı. Bu yolculuklara sabrettim etmesine ya neler çektiğimi bir ben bilirim bir de sevgili yol arkadaşım. Nasıl sevmeyeyim yürüyerek ve başım dönmeden bir yerlere ulaşabilme lüksümü o yıllarımı hatırladıkça?


Kimileri hızlı yürürler, kimileri yavaş… Kimilerinde hep bir yerlere yetişememek telaşı vardır. Kimileri salına salına teslim ederler adımlarını toprağa. Âşıklar sevgililerinin endamlarına ne zaman meftun olurlar? Elbette ki onları yürürken gördüklerinde… Ben yavaş ve düşüne düşüne yürümeyi severim. Eğer erkek olsaydım şüphesiz Orhan Veli gibi ıslık da çalardım yürürken. Biz bayanlar erkekler kadar hür değiliz bu konuda, her zaman olduğu gibi.

Kendi kendine konuşarak yürüyenleri de görmedim değil. Düşünerek yürümek ne kadar suya sabuna dokunmayan bir alışkanlıksa kendi iç sesinle konuşarak yürümek, o kadar radikal ve bütün dikkatleri üzerine çeken bir gariplik. Gariplik diyorum çünkü sık rastlanan bir davranış değil bu. Eğer birçok kişi ya da en azından bir kısım şahıs, yollarda tek başlarına konuşa konuşa yürüselerdi başkaları tarafından o kadar tuhaf bulunmazlardı. Birbirini hiç dinlemeyen insan neslinin kendi iç sesiyle konuşanları sıra dışılıkla itham etmeleri gerçekte onların ahvalinden daha tuhaf olmalı.
Yalnız yürümek mi güzel? Yoksa yanımızda bir yol arkadaşı mutlaka olmalı mı? Bu sorunun cevabı kişiye göre değişir. Ben genellikle yalnız yürümeyi tercih edenlerdenim. Yine de tatlı tatlı sohbet edebileceğim bir kişi bulursam yanıma, hele hele yoldaşıma ayak da uydurabilirsem keyfime diyecek olmaz. Tabii ki eski mesellerde olduğu gibi “Yol arkadaşına dikkat!” demeden de geçemem. Yolu ve menzili bir olmayan, kalbi kalbimize uymayan arkadaştan sakınmak lazım…

Hareket kabiliyetimizin, seyahat özgürlüğümüzün, sağlığın ve kendine yeter olabilmenin yalın hâlidir yürümek. Dervişsi bir çehreye sahiptir mütevazı tarzıyla… Önceleri ata, günümüzde modern arabalara kurulanlara bakınız onlarda bazen gizli bazen aşikâr bir nefis kabarıklığı riski daima vardır. Tahtıveranlara, süslü saltanat faytonlarına değinmeye hiç gerek yok bu hususta… 

Yürümeye olan düşkünlüğümden ne zaman dem vursam aklıma Recaizade Mahmud Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı romanı ve günümüz dünyasında yaşayan her fani gibi benim de bir ara rüzgârına kapıldığım “araba sevdam” geliyor. Uğruna bir hayli –ancak bana yaraşır- macera yaşadıktan sonra şimdilik vazgeçtim bu sevdadan. Ne kadar gereksiz bir sevdaydı benimki… Şimdi düşününce daha iyi anlıyorum… Başkaları için bir ihtiyaç araba sahibi olmak benim için ise gereksiz bir sevda! Fakat işte insan nedense gerekli ya da gereksiz hiçbir sevdadan kolayca vazgeçemiyor. 

“Baş açık ayak yalın yürümek” deyimi çok sık kullanılırdı derviş şairlerce. Horasan velilerinden Anadolu dervişlerine miras kalan bir âdetti diyar diyar dolaşıp Hakk’ı terennüm etmek. Mala mülke tenezzül etmeden, gönül kuşlarını yükseklere uçurmadan dolaşırlardı halk içinde. Yürürler, yürürlerdi onlar. Toza toprağa bulanarak, toprakla yoğrulup toprağa döneceğimiz hakikatini her dem içlerinde hissederek…

“Ben yürürüm yana yana” demişti Yunus Emre. “Ben yürürüm yana yana” Nereye varmak için, hangi menzile ulaşmak gayretiyle yürüyordu bu, kalbini dünya tasasıyla kirletmeyen âşık? Bizim gibi günlük işleri, anlık telaşları düşürmemişti her halde onu yollara. Yürürken bizler gibi sıradan şeyleri düşünmüyordu, küçük endişeleri ağırlamıyordu kocaman yüreğinde. “Geçti dost kervanı eyleme beni” diyen Pir Sultan gibi mübarek bir yolun yürüyeniydi o çünkü… 

Yol fikri düşer benim gönlüme de, düşlerimin içinde yürüdükçe. Ve bir gölge olduğumu anımsarım gölgemi ardım sıra sürüdükçe. “Binek aramam sonsuzluk yolculuğumda Kul Sultan’a benlik iddiasıyla değil birlik kabulüyle varmalı. O’nun divanına olanca safiyetiyle, teslimiyetiyle durmalı. Varlık Sultan’a, mahviyet kula yaraşır.” derim.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net