ANNE VE BABA OLMAK, NE DEMEK?

İki gün önce oğlumla, evin balkonunda oturmuş, geçmişi ve bugünü konuşuyorduk. Birden bu ortamı ne kadar çok özlediğimi ve geçen fırtınaların aslında bizi çok da kırmadan nasıl geçtiğini düşündüm. Fırtınalar ifadesini kullandım, çünkü çocuklarımızın özellikle buluğ çağında geçirmiş oldukları dönemin anne ve babalar için ne kadar önemli olduğunu hepimizin bildiğini tahmin ediyorum. Bu dönemi de her halde çocuklarıyla daha çok vakit geçirmek durumunda kalan “anneler” yaşamaktadır. Bu yüzden geçen günlere baktığımda, fırtınalı günleri yavaş yavaş geride bırakmanın “huzurunu” yaşamaya başlamıştım.

Oğlum ortaokul yıllarında bana dönerek “sen annelik yaptığını mı zannediyorsun” dediğinde, birden irkilmiştim. Ne demekti “annelik yaptığımızı ya da babalık yaptığımızı zannetmek”. Elbette hepimiz anne ve baba olduğumuz için, bu rolü üstlenerek bu görevi yapıyorduk. Yoksa, bizim yaptığımız rol, çocuklarımız için “istenen bir rol” değil miydi? Ya da onlar bizden ne bekliyorlardı?

İlk şaşkınlığım geçtikten sonra, bir an durdum ve kendime o gece bu sorunun yanıtını vermeye çalıştım. Bir üniversite mezunuydum, akademiye kaymış, zorlu bir mücadeleye girmiştim. Yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük derken bir adım ileri, bazen iki adım geri gidip-gelmiştim. Ama annelik derslerini hiç almamıştım. Önümde özel bir model yoktu, annemden ne gördü isem, bunu uygulamaya kalkmıştım. Belki biraz daha annemden esnek davranıyordum ama yine de anneme benziyordum.

Bu nasıl bir duygu biliyor musunuz, “beyaz ve kırmızı kalem gibi…” Diyeceksiniz bu nasıl bir tanımlama… Eğitim seminerlerim sırasında elime bir beyaz kalem alırım ve çevremdeki kişilere dönerek “kırmızı kalemimi nasıl buluyorsunuz “diye sorarım. Herkes ilk önce şaşırır, beyaz bir kaleme bir kişinin kırmızı dediğini duymak komik gelir insana.. Benim renk körü olduğumu düşünürler ya da öyle görmek istediğimi düşünerek gülerler. Ben de bu ilginç deneyime devam ederim şaka karışık. Sonunda işin gerçeği şudur: “bu kalemin bana ne renk olduğunu ilk defa söyleyen kişinin ANNEM olduğunu söylerim”. Herkes bir düşünmeye başlar öncelikle, doğru ya bize her şeyi ilk öğreten kimdir, ANNEMİZ… Böyle olunca da nasıl davranmamız gerektiğini, neyin doğru neyin yanlış olduğunu hatta anne ya da baba olmanın inceliklerini bile bize öğreten kişiye inanırız. Öyle ya; annemiz yanlış mı yapacak deriz. Böyle olunca da farklı bir tutum, davranış ile karşılaştığımızda iddia ederiz, yanlış yapıyorsun diye… İyi de ya biz “yanlış yapıyorsak, ya bizim ki değil de onların ki doğru ise”…. Bu hikaye böyle devam eder gider aslında, kiminki doğru bilinmeden. Ancak bu bahsetmiş olduğum kısa anekdot bize umarım bir gerçeği hatırlatmıştır. Acaba çocuklarımız bizden bir şeyler istediğinde, bunu ne kadar başarıyla karşılayabiliyoruz.

Yaşam koşuşturmasından dolayı onlarla ne kadar ilgileniyoruz, onları ne kadar ön yargısız dinleyebiliyoruz. Onların ayakları üzerinde durmalarını ne kadar sağlayabiliyoruz. Düştükleri zaman, hayal kırıklığına uğradıkları zaman: “haydi kalk, bu bir deneyim senin için, yeniden başla ve koş” demeyi ne kadar başarabiliyoruz. Yoksa : “bak gördün mü, beni dinlemedin diyerek” annelik ve babalık rolümüzü ve yüzümüzü onlara mı gösteriyoruz.

Annelik ve babalık okulu olsaydı keşke. Çok küçük yaşta ebeveyn olmanın önemini kavrardık aslında. Ne yazık ki, anne ve baba olduktan sonra öğreniyoruz hepimiz ne yapmamız gerektiğini. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çocukların kişilikleri altı yaşından sonra gelişmiyormuş. Bu ne demek biliyor musunuz çocuklar altı yaşına kadar bizden ne aldı iseler aldılar, gerisi boş. Artık tarif tekerrür ediyor. Biz ne yaparsak yapalım onlar üzerinde etkili olamıyoruz.

Yemek yemeyi, kurallara uymayı, nazik olmayı, hoşgörülü olmayı, inançlı olmayı, haksızlık yapmamayı, adil olmayı yani aklınıza gelen her hareketi, davranışı, tutumu çocuklar altı yaşına kadar öğreniyorlar anne ve babalarından.

Bizler de zannediyoruz ki, çocuklarımız büyüyorlar aman onları koruyalım, aman üşümesinler, aman hasta olmasınlar… Halbuki onlar çoktan büyüdüler bile…. Biz bunun farkında değiliz.

Benim annemin önemli bir öğretisi oldu bana; her ne kadar doğru yada yanlış bilmiyorum ama şu ifadeyi çok kullandı: “birini kucaklamak için, önce içine ulaş”. Doğru ve erdemli bir söz.. Kendimizi sorgulamayı başarmak, kendi içine dönmek, zayıf yönlerini keşfetmek ve yaptığın hataların farkına vararak gerektiğinde özür dileyerek yeniden yola koyulmak.

Oğlumun bana yıllar önce söylediği bir söz bakın bizleri nereye getirdi. Kendimi sorgulamayı seviyorum, bu beni önyargısız yapıyor. Değişmeye çalışmak ve hep iyiye doğru gitmeye çalışmak güzel bence. Ben, “kırmızı kalemimi” seviyorum. Ya siz?

Prof. Dr. Meltem ONAY
www.kafiye.net