EŞ ŞEHİD

Beyaz giymeyi sevdiğim halde bazen başka renkler de çekiyor beni. Açık mavi, açık yeşil gibi… Bazen kahverengi, yeşil ve açık sarıyı bir araya getirmeyi tercih ediyorum. Doğada örnekleri olan renk uyumları… Kahverengi gövdeli yeşil ağaçlarda sarı, beyaz, kırmızı, pembe çiçekler… Masmavi denizde bembeyaz köpükler… Gökyüzünü süsleyen muhtelif renklerde bulutlar… Krem, bej, füme… Gri, her rengi dengeliyor.

İlhan, dün yeşil bir takım elbise giymişti. Bugün de aynısını giyer, muhtemelen. Ben de yeşil döpiyes giydim. İçine çok açık sarı bir buluz… Saçlarımı topladım. Ayakkabım ve çantam kahverengi… Şık olduğumu hissediyorum.

Annem uğurluyor. Başımı kaldırsam, onu göreceğim. İlhan mutlaka pencereden bakıyor. Biliyorum. Yani hissediyorum. Bakmak istemiyorum. Görememekten korkuyorum. Perdenin arkasında olmasından… Onu görmek istediğimi anlamasından… Bakışlarıma müsaade etmiyorum. Her ne kadar söz dinlemeyecek gibi kıpır kıpır olsa da gözbebeklerim, göz kapaklarımda her zamanki gurur… Kirpiklerimde hüzün… Ayaklarımda bir telaş… Anlaşılmaz bir acelecilik, nedense… Sanki adımlarım: “Seni seviyorum!” yazacak, kaldırıma… Sanki topuk seslerim: “Seni çok seviyorum!..” diye haykıracak. Ayaklarım birbirime dolaşıyor. Biliyorum, o bir yerlerden bana bakıyor. Hem de dikkatle… Hem de her tavrımdan anlamlar çıkararak…

Başımı kaldırıp baksam da göremem. O görünmez ki! Görür ama… Aramızda hep o olmaz olası perde… Sanki bir milim bile oynamayan, hep aynı açıklıkta, yıkanmak için bile çıkarılmayan, değişmez kıvrımlarıyla onu saklayan, onu bana yasaklayan… Ah o perde… Beyaz patiska, belki ağartılmış kaput bezi… Beyaz engel, paravan, sütre… Nefret ettirecek beni beyazdan…

Birazdan göremez olacak, ne kadar baksa da… Görüş mesafesinden çıkacağım. Sanki arkamda olacak bakışları. Beni izleyip duracak. Ensemde hissedeceğim, nefesini. Sesini ha duydum ha duyacağım… Mesafe artsa da onunla olacağım. Onunla olmakta hoşluk bulacağım. Mutlaka o da benimle…

Evle Virane arası beş altı dakikalık bir mesafe… Hızlı yürünürse, belki üç dört dakika… O kadar yakın! Bir solukta bitiveren… Yokuş aşağı zaten… Meşhur Beşikçiler Yokuşu… Bazen merdivenlerden iniliverilen…

Viranenin sokağında bir kalabalık! Görülmemiş bir kargaşa! Arkadaşlar da dışarıda… Herkes birden konuşmakta… Kimisi yüksek sesle, kimisi fısıltıyla… Merak edilmeyecek gibi değil! Evin birinden ağlama sesleri ve canhıraş feryatlar yükselmekte… Kimisi: “Babacığım…” diye, kimisi: “Muzaffer…” kimisi de: “Oğlum, evladım!..” diye haykırmakta… İlerledikçe kulağıma gelen seslerden bazıları şunlar:

“Savcılık geldi!”

“Şimdi götürdüler.”

“Hayatında başka bir kadın varmış.”

“Ekonomik sıkıntılar içindeydi.”

“Aile geçimsizliği…”

“Belki intihar süsü verildi.”

“Yok canım! Kendisini asmış. Besbelli! Hem düşmanı falan yoktu ki!”

“Alacaklılar vardı.”

“Sakin, sessiz bir adamdı! Allah taksiratını affetsin!”

“Yazık oldu! Neden yaptı acaba?”

“Bunalıma girmiştir.”

Ben de merak ettim. Dedeye sordum. Muzaffer Bey, sabaha karşı kendisini sokaktaki ağaca asmış. Sabah fark edilmiş. Karakola bildirilmiş. Kabaca bir soruşturma yapılmış. Adli tıbba götürülmüş. Kimse işin aslından haberdar değilmiş.

Bir süre sonra kalabalık dağıldı. Biz de içeriye girdik. Define’nin tanımadığı yok. Onunla da tanışmış, konuşmuş. Kimseye bir şey dememiş ama aylar önce Virane’ye gelmiş, içinden çıkamadığı bazı sorunları olduğunu söylemiş. Laf arasında, intihar etmek istediğinden de söz etmiş. Sorunlarının detayına inmemiş. Birkaçına değinmiş ama intihara meyilli olduğu belliymiş. O nedenle dede ona:

“Yarının garantili mi? Değil… İntihar etmek, canını şeytana teslim etmek… Sınavdan kaçma! Sabret! İntiharı aklına bile getirme! Asla!.. Bu, Allah’a itiraz, isyan olur. “Verdiğin derdi çekemiyorum! Atarsan at cehenneme! Benden bu kadar!..” demektir, intihar etmek. Bir daha duymayayım! Sakın ha!..” demiş.

“Aile içinde rahat değilim. Evliliğimizin ilk gününden beri başımızı bekleyenler var. En çok kaynanam… Git, evinde yat be kadın! Hayır, başımızı bekleyecek! Nereye gitsek, bizimle… Borç harç bir taraftan… Birine kefil oldum. Mahvoldum! Çalış çalış ver! Ver ver bitmedi! Şeytan diyor ki al başını git, izini bile bulamasınlar! Nereye gideyim? Oğlum, kızım… Anam babam… Kaç kere intihar etmeyi planladım! Yapamadım! Oğlum kızım geldi gözlerimin önüme… Anam babam…”

“Nedir hayattan beklediklerin? Nelere ulaşamadın? Neden bu itiraz, bu isyan?”

“Bir köy çocuğum ben. Okudum, çalıştım çabaladım, kendi işimi kurdum. Her şey yolundaydı… Kayınbirader batırdı beni! Kaynanam ısrar etti. Kefil oldum. Rezil oldum! Arttıkça arttı borç! Altından kalkamadım! Gündüz başka, gece başka işte çalışıyorum. İnsanlıktan çıktım! Daha yaşım kırk bile değil. Şu halime bak! Ne aile hayatı kaldı, ne yaşama hakkı… Uyku tünek yok! Çalış ha çalış… Dazıra dazır!.. Eve ölüm geliyor! Bıktım usandım! Dayanacak gücüm kalmadı!..”

“Yalnız kefalet mi?”

“Hayır. Ortaklık da var. Bizimkilerin ısrarıyla işi büyütmeye kalktık… Küçük bir işletmem vardı. Helal bir kazancım… İyi kötü yetiyordu. Ne uzuyor ne kısalıyordum. Kandım… Aldandım… Şan şöhret, para…”

“Nedir şan, şöhret, para? Her şey sana yetecek kadar olsun, kâfi. Ailenin cumhurbaşkanı ol, yeter! Nedir, yıllardır koş koş… Ne oldu, bir bak! Ne kadar yol aldın?”

“Ne yol alması? Geri geri gittim! Şimdi, uçurumun kenarındayım. Acaba, diyorum. Bu evliliği yapmamış olsaydım, sevdiğim kızı alsaydım… Ya da… Ya da boşansam… Anasından da kızından da kurtulsam!..”

“Kimse eşin kadar bile olamaz. Yeni ayakkabı güzel görünür ama ayağı yara eder. Eski ayakkabıların rahattır, alışmışsın ona, o da sana… Eşin yani. Teşbihte hata olmaz.”

“Para getirirken iyiydi. Şimdi o da yüzüme bakmaz oldu! Ne desem suç! Ağzımla kuş tutsam, yaranamıyorum!”

“O sana kötü davrandıkça, inadına iyi davran, ezilsin. Bir zaman gelecek, o da sana iyi davranmaya başlayacak. Evinden uzak kalma… Aslan ininden çıkar çıkmaz, çakallar sokulur. Allah korusun! Bana söz ver! Evini terk etmeyeceksin! İntiharı falan aklından bile geçirmeyeceksin! Tamam mı? Söz ver!..”

”Peki! Tamam! İntihar etmeyi düşünmeyeceğim. Telkinin için sağ ol! Zaten ben intiharın ne kadar büyük bir günah olduğunu biliyorum. Kaç kere niyetlendim, yapamadım. Tabanca ile bütünleştiğim zamanlar bile vicdanım gerçekten razı değildi, Allah’ın huzuruna yüzü kara çıkmaya. Sana anlattığım, üçüncü teşebbüsümdü. Daha önce de, yani on iki yıl önce, annem ve kız kardeşimle aynı evi paylaşırken üçünün arasında kalmıştım. Onlara kayınvalidem, dul baldızım bir de ablam eklenince, hiç birinin hakkından gelemedim! Kendimi asacağım ipi, evden çıkarken kapının arkasından almayı unutmuşum. Asacağım ağacın altına vardım, ip yok! Ağlamaya başladım. Sabah ezanı vakti gelmiş. Hıçkırıklar içinde ağlarken, az ilerideki caminden gelen ezan sesi ile kendimi toparladım. Kalktım, Allah’ıma şükrettim. Camiye gittim, sabah namazını kıldım, eve geldim, hiçbir şey olmamış gibi yattım. Diğer teşebbüsümde, veterinerlerin köpek itlafında kullandığı zehri düşündüm. Onunla insan hiç acı çekmez, on beş veya yirmi saniyede işi biter. Bütün sinir sistemini ve kalp kaslarını bloke eder. Yapamadım. Çok şükür! Senden önce Allah’a söz veriyorum, intiharı hiç düşünmeyeceğim!”

“Allah’ın varlığını, olanca gücünle hissetmeye devam et ve sadece O’ndan yardım iste! Sabır dile ve sabretmeye gayret et! Kendini ibadetle ayakta tut, imanınla güçlendir! Her şey düzelecektir. İnan buna! İnsanlar için iki yol vardır. Birisi ibadet, diğeri çile yolu… İbadet yolunu tercih etmeyen, çile yoluna razı olmalı! Çünkü Allah onun için hayır murat ettiyse, o bunu bir şekilde hak etmeli! Bazı musibetler, şefkat tokatları da olabilir. Allah’ın kendisine istedikleri, başka şeylere tamah ederek O’ndan uzaklaşırlarsa, böyle şeylere hazırlıklı olmalılar.”

”İbadet yolunu tavsiye ediyorsun. İbadetlerim, şu anda yarım yamalak gidiyor ama çok özlediğim halde eski günlerime geri dönemiyorum. Rabbim yardım ederse, tez zamanda eski halime döneceğim, İnşallah!”

“Önce harama bakma! Haram lokma yeme! Ondan sonra o yardımı bekle! Sana mutlaka ulaşacaktır!”

“Harama bakmamamı tavsiye ediyorsun. Çok doğru! Zaten mesele orada! Ben, haramın içinde sayılırım. Bu içinde bulunduğum çemberi kırmam gerekiyor ve kıracak güç yine ibadetle teslimiyetten geçiyor. Sohbet, zikir ve hatme çevreme dönmem lazım. Borçların bitmesi için de benim bu iş yerine bir kaç sene daha devam etmem şart! Allah ömür verirse…”

“Ne tür bir iş yapmaktasın?”

“Yaptığım işi merak ediyorsun. Üç katlı bir bina… Restoran… Yani içkili bir mekân… Ayrıca kafeterya… Kurduğumuz şirket bünyesinde faaliyet gösteriyoruz. Nereden nereye… Ne kadar acı! Açıklamakta bile zorluk çekiyorum.”

“Allah affetsin! Ben kimim ki? Sıradan garip bir kul… Aileni ihmal etme!”

”Aslan ininden çıkar, içeriye çakallar dolar. Çok doğru… Allah senden razı olsun! Önemsemediğimiz, güven şemsiyesi altına gizlenmiş, küçük gibi görünen önemli bir ayrıntı… Hiç böyle düşünmemiştim. Hemen, tezi yok, yarın eve erken gideceğim. Geç vakitlere kadar iş yerinde pineklemeyeceğim.”

“Bir mümin, şartlar ne olursa olsun, namazından taviz vermez! Bu sohbetin sana veya bana bir faydası olmalı!”

“Allahın indirdiği ve Resulullah’ın getirdiği dışında hiç bir mutlak hakikat tanımıyorum. Bunun dışındakiler konuşulur, tartışılır, İslam terazisine konularak tartılır. Kutsal bildiğim semboldeki hilal, İslamiyet’i temsil eder, gül ise Peygamber Efendimiz’i… Kaç arkadaşım o uğurda can verdi! Onlar için dualarını eksik etme, lütfen!”

“Dualarımız müşterek…”

“Necmettin Amca! Gerçekten bana manen moral kaynağı oldun. Sen gerçekten bir pınarsın.”

“Sen de öyle olacaksın! Bulunduğun yerde, iyilikten ve güzellikten bahsedecek, daima gerçeğin müdafaasını yapacaksın!”

“Senin taleben olma cesaretini bile kendimde bulamıyorum. Senin gibi olamam! Onun için çok emek gerek! O emeği verecek zaman da tahammül de yok bende.”

“Güneş, ay ve dünya… Birbirlerinden ayrı ve farklı olsalar da birlikte hareket eder, aynı Zata itaat edip, aynı yere hizmet verirler. Müminler de öyledir. Sen, ben, bir başkası… Farklı yerlerde, doğru veya yanlış işlerle meşgul olsak da…”

”Ay, güneş, dünya… Seyyareler ve sabit varlıklar, aynı merhamet ve şefkatten beslenir, feyiz alırlar. Ayrı ayrı görünürler. Aslında birbirinin içindedirler. Bu hissedişimi, bu şekilde görünen ve insanların algılamadaki bakış açılarına bakarak ifade etmeye çalıştım.”

“Biz müminler… Sen, ben veya bir başkası… Şu anda iyi veya kötü işlerle meşgul oluyor olsak da aynı kaynaktan beslendiğimiz sürece aynı yerde birleşiriz. Biraz sabır, biraz zaman… “İnsanlar hüsrandadır. Sadece iman edenler, iyi ameller yapan, birbirlerine hayrı ve sabrı tavsiye edenler müstesna…”

“Bu bir ayet… Öyle değil mi?”

“Evet. Asr Suresi’nden…”

Allah razı olsun! Biraz açıldım. Allah’a emanet ol, amca!”

“Allah zorluklarını kolay etsin!

”Şunu iyi biliyorum, kıymetli vaktini alıp seni meşgul ettim. Hakkını helal et! Benim için de dua et, ne olur!”

Dede bunları, dura dura, düşüne düşüne, zaman zaman uzaklara dalarak anlattı ve ölüm nedenin ne olabileceği hakkındaki soruma:

“Bilmem ki kızım! Allah bilir. Biz bilsek bilsek, gördüğümüzü ve duyduğumuzu biliriz. Allah Şehid’dir. Kullarının her yaptığını görür. Sadece yaptığını ettiğini değil, her düşündüğünü, niyetini, yani içini dışını… Sadece O bilir.”

“Otopsi, tahkikat falan…”

“Hepsi palavra… Onlar tahminden ileriye gidemez!”

“Şimdi bu imanlı adam, canını şeytana mı teslim etti? Cehennemliklerden mi oldu? İntihar, çok büyük bir günah!”

“Bilemeyiz. Kimse bilemez! O anki ruh hali nasıldı, kim bilir? Aklı başında mıydı, değil miydi? Biliyorsun, sadece akıl sahipleri mesuldür.”

“Acaba gerçekten intihar mı etti? Yoksa…”

“Onu da Allah bilir. Olay anında tek şahit Allah imiş… Kimse bir şey görmemiş, duymamış.”

“Sana intihar planlarından falan bahsetmiş ya! Kaç kere niyet ettiğini de söylemiş.”

“Söyledi ama intihar etmeyeceğine dair söz de verdi. Bence ikna oldu.”

“Sonra?”

“Sonra ne olduysa oldu, işte! Bir can gitti. Bir baba, bir koca… Bir yuva yıkıldı. Kendisi de geride bıraktıkları da mahvoldu!”

Onur BİLGE
www.kafiye.net