ÖLÜME GÖTÜRÜR HASRETİN BENİ..

İki arkadaş oturmuş dertleşmekte. Havadan sudan kelimeler uçuşurken, zaman hızını kesmiş seyretmekte dostları. Sanki bana da yer açın yanınızda der gibi. Kelimeler kelimeleri kovalarken kasetçalarda eskilerden bir şarkı, sofralarına eşlik etmek de. Beraber dillerinden dökülmekte. 


‘’Nasıl unuturum sevgilim seni, 
Ölüme götürür hasretin beni’’

Bu nasıl bir hasretlik ki ölümle eş değer. Bu nasıl bir hasretlik ki umudu bitiren yaşamdan soğutan. Dostlardan zayıf olan, başladı anlatmaya. Sigara dumanıyla esrarlı bir hale dönüşmüş ortamda duygularını koyu vermişti. Duyguları dolmuş taşmak için önünde ki engelin açılmasını beklemiştir sanki senelerce. Ne de çok birikmiş içinde duygular. Nasıl bunca sene sesiz durmuşlar belli etmemişler kendilerini. Şimdi duygular özgürdü serbestti.
‘’ Hani sevince engel olmazdı sevenlere, hani tüm duvarlar yıkılırdı? Yok, kardeş yok. Esas kavuşunca hasretlik başlarmış bunu anladım. Kavuşmadan gizli gizli görüşmelerdeymiş asıl tat asıl heyecan. Kavuşunca gizemde kalmıyor, büyüde. 


Hatırlarsın arka mahallede tek katlı bir ev vardı. Hani bahçesin de su kuyusu bulunan. Her gün mahallenin kadınlarına yardım etmek bahanesiyle su çekerdim hatırladın mı? Ben su çekerken mahalledekilere, perdenin arkasında, camdan gizli gizli bakışlarını hissederdim. Ellerim titrer kıpkırmızı kesilirdim. Mahallenin teyzeleri fark edecek diye kafamı kaldıramaz titrek titrek konuşurdum. Arada kapıya çıkar elindeki mekikle el işini yapar, bir taraftan da çekingen çekingen bakardık birbirimize, kaçamak suçlu gibi gözlerimizi kaçırarak. 


Önce bakışmalar, sonra notlar, ufak kâğıtlara yazılmış. Sonra haftada bir buluşmalar saatlerce gelecek planları. O anlarda sanki başka bir evrene yolculuğa çıkardık. O an kimseden korkumuz yoktu. 


Duvarmış, engelmiş biz bir olduktan sonra engel sayılmazdı. 
Gel zaman git zaman hayatlarımızı paylaşmaya karar verdik. Artık birbirimizin olmadığı bir hayatı yaşanmaz görüyorduk. Ben o olmuştum o da ben. Tek vucud tek nefes. İkinci bir bedene yer yoktu tek bedenimizde. Mahallenin büyükleri de araya girdi istedik ve nişan oldu.
Ne olduysa da o zaman oldu. Sanki yıllarca uyumuş ve birden uzanan bir el bizi bu tatlı rüyadan uyandırmıştı. 

Kimseyi karıştırmadığımız hayatımıza herkes karışır olmuştu. Sanki tüm akrabalar tüm mahalle bizle aynı evi paylaşacak aynı yastığa baş koyacaktı.
Hala bir şey der, teyze karşı çıkar. Amca şunu der dayı bunu der. Anlayacağın dostum bu birliktelik de konuşması gerekenler susmuş, susması gerekenler konuşur olmuştu. Daha evlenmeden evliliğin senaryosu yazılmış bize de oynamamız gereken roller söylenmişti. Hanım yemek yapacak, evle ilgilenecek çocuk doğuracak. Erkek işe gidecek, ihtiyaç karşılayacak. Hele bir iki ay içinde çocuk haberi vermedin mi yandın ‘’hayırdır hastalık mı var ?’’ denmeye başlar. Hele birde biz senin yaşındayken diye başlayan yok mu söylemler, işte buda beyninize kazınır çıkmamacasına.

Gizem gitmiş ev içinde hasret başlamıştı. Kaybetme korkusu sarmıştı her iki tarafı. Bunca güzel heyecan, bunca güzel gizemli anlar sıradanlaşmıştı birden. Zamanla gençlik zamanının heyecanı ateşi sönmüş, yerine ellerindeki senaryoyu oynayan baş aktörler olmuştuk. Ama bu oyunun seyircileri alkışlamak yerine sürekli eleştirmekte ve senaryoya müdahale etmekteydiler. Olmadı ne kadar çabalasak da uğraşsak da olmadı.

Gücümüzü besleyen sevgi pınarı kurumuştu. Birbirimizin köklerine su vermeyi unutmuş, yabancı otlar sarmıştı dallarımızı. Kendi elimizle sevgi fidanını kurutmuştuk. 
Yıllarca kandırmışlar bizi.

Hülya Abla, Fatma Abla, Sultan hatta Ayhan ağabey bile kandırmış bizi. Hani Ediz ağabey filmlerde âşıklar kazanırdı. Ama bakın bizim filmimiz mutlu sonla bitmedi. Açık hava sinemalarında mutluluk gözyaşlarıyla çıkanlar bizim filimizde gülmekte. Ağlayan filmlerin aksine başrol oyuncuları..

Anlayacağın dostum. 
Seni unutmayacağım demek kolay, asıl mesele yanındayken unutmamak, yabancılaşmamak. Güzel sözler, iltifatlar değil dille, yürek den nasılsın demek önemli, bugün neler yaptın demek önemli. Süslü kelimelere gerek yok, basit yalın kelimeler sevgiyi yeşertir dostum.

Sabah tebessümle bir günaydın, ‘’günün aydın’’ der. Kapıdan çıkarken içten denen hoşça kal aslında ‘’hoş kal’’der. 

Değil midir ki en karanlık gecelerde yıldızlar daha bir parlaktır. Yeter ki kafanı kaldır o ışığı gör dostum. Ufak anlarda mutluluklar gizlidir.

Sonra efkâr artmış gözlerden damlalar dökülmeye başlamıştı. Hani erkekler ağlamazdı. Demek ki uğrunda ağlanacak oldu mu erkek kadın fark etmemekteydi gözyaşı için. 

Uğrunda gözyaşı dökülecek sevgiler, gözyaşı döktürecek sevgililer olduktan sonra. Gözyaşları o sevgileri besleyen ırmakları pınarlara dönüşmekte. Yeter ki sevginin hayat suyu kendi ellerindeki maşrapa da olduğunu unutmasın insanlar.

Toprak misali, emek ister sevgi, sabır ister. Sevgiliye sabır, sevgiye sabır. Nasıl bir yemeği kısık ateş de pişirirsin lezzet gelir, sevgide zaman ister kokusunu alırsın önce tüm eve yayılan sonra o koku içine siner lezzetini hayal edersin sonra sevdiğinin elinden bana bana tadarsın sevgiyi. Tattığın lezzet her zamanki yemek değil sevdiğinin gönlüdür sevgisidir aslında.

Mevlana’nın dediği gibi

‘’aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır’’.

Anlayacağın dostum, caanım cananım.İnsanları yaşlandıran yıllar değil umutlarının kaybolması içlerindeki sevginin sönmesidir.O sevgi söndü mü simsiyah saçlar bile kefene döner aklarla başını örten..

Gürhan Olcaytürkan (Mahrem Ayrılık adlı kitabımdan 2010)

www.kafiye.net