İki Yüzlü Dünya

Yağmurlarla ıslanmış kasabanın soğuk ve ıssız sokağına bakan küçük pencerenin sıvasız aralığından içeriye sokulan kömür kokulu, arsız rüzgâr genç kadının yüzünü yalıyor; iri badem çekikliğinde ki durgun, düşünceli, nemli gözlerinin üzerine düşüveren haylaz buklelerini dalgalandırıyordu. Çimen yeşiliyle çiçeklendirilmiş basma eteğinden bozarak elleriyle diktiği küçücük camı kapatmayan perdeleri, toplu iğnelerle ucuca teyelleyip davetsiz rüzgârı etkisiz bıraktı.

Ayazlı suyun kamçısını yemiş elleri kıpkırmızı olmuş; odayla, mutfak arasında mekik dokumaktan bir türlü bitiremediği bulaşıkların sonunu nihayet getirmişti. Üşüme nöbeti geçirircesine titreyen bedenini biraz olsun ısıtmak için odaya koşup sobaya yöneldi. Sobadan oynaşarak yayılan ışıltı azalmış, sağdan soldan topladığı son tahta parçaları da küllenip sobanın dibinde öbeklenmişti. Dışarıda rüzgar acı ıslıklarla dolanıyor, çatılardaki eğreti kiremitleri havalandırıyordu.

Dağılan gür, dalgalı, kuzguni saçlarını zorla bağlayıp tülbendinin içine hapsetti. Anacığın ördüğü güve yeniği hırkasına dostça sarılıp sıcaklığına sığındı. Nefessiz ağlayan küçük oğlu hâlâ arada bir iç çekiyor, döşeğin içinde küçülüvermiş masum yüzündeki yaşlarının izleri, terli avuçları ıslaklığını koruyordu. Kalbine binlerce cam kırıntısı dağılmış, boğazına yutamayacağı bir lokma çöreklenmişti sanki…

Çökmüş avurtlarını avuçlarının arasına alıp ezik, büzük duruşuyla çocuklarının ayak ucuna ilişti. Umutlarını filizlendirmek istiyordu beyninde. Bırakmamalıydı kendini çocukları için. Dilsizlerin dünyasında kaybolduğu sürede ter,  gözyaşı ve saatin tik takları  yarenlik etti kendisine. Islanan kirpik uçlarını sildi gizlice, kimsenin görmesini istemediği. Son günlerde sessiz, muti tabiatlı genç kadının üzerine abanıvermişti yabancısı olduğu bu haller… Kurumuş boğazını sobanın üzerinde soğumaya yüz tutmuş ıhlamurun sakinleştirici ılıklığıyla nemlendirdi.

Birkaç saat önce hırsla elinden fırlattığı uzaktan kumandayı alıp televizyonu açmak, bungunluğunu dağıtmak istedi. Kocasının giderayak camın üzerindeki çıkıntıya öylesine iliştiriverdiği antenden süzülüp gelen görüntüleri alan kanallardan birini rastgele seçti. Yarı üryan genç hatunların podyumda kışkırtıcı bir şekilde salınışlarını, yarışmacıların birbirlerini bilgiççe bazen de kırıcı bir şekilde eleştirmelerini,  jüri koltuğunda oturan üç kişiden tarz olduklarının icazetini alarak sevinişlerini görmek bile istemedi. Kendisine üç metre pazen alıp yeni bir fistan dikemediğine yandı. Başka kanala geçti, burada da kuş uçmaz, kervan geçmez bir ovanın düzüne kurulmuş bir binada herkesten soyutlanarak az iş, çok dedikodu üreten kadın erkek iki gurup yarışmacının çekişmeleri vardı. Yarışmada kalabilmek devamlı birbirlerinin arkalarından konuşmalarını hazmedemeyip başka kanala atladı. Yeni başlamış bir yarışmaya takıldı gözü, pişirdiklerini fırına verip iki jüri üyesinin beğenesine sunan yarışmacıları ve aldıkları eleştirileri gördüğü an reklamlardaki dondurmaya özenip inci gibi gözyaşı akıtan, karınlarını bir türlü doyuramadığı çocuklarını anımsayıp hemen değiştirdi kanalı… Diğerinde ise kadınlı, erkekli siyahlar içinde bir grup insanın biteviye, aynı tonda, koro halinde söyledikleri ağır/aksak şarkılar vardı ruhuna hitap etmeyen. Kör talihine kahredip diğer kanala geçti. Sahandaki sucuklu yumurtanın yağın içindeki ahenkli dansı ilişti gözüne yalandı… Üstüne janjanlı kağıtlarla sarmalanmış buz gibi dondurmanın çilek, vanilya kokusunu hissetti damağında yutkundu… Bir ümitle diğer kanala geçti. Bir masa etrafında kendi yaşına yakın kadınlı, erkekli grubun pür neşe; ortada şarkı söyleyip, gerdan kıran, hareketli figürlerle şovunu yapan gence eşlik ettiklerini gördü. Huysuzca debelenen atlar gibi bir hışımla iliştiği yerden kalkıp televizyonun düğmesini kapattı. Açlığın aynasında nefesi kokarken neşeli insan görüntüleri daha da kararttı ruhunu… Gözleri namluya sürülmüş iki kurşun gibi ağırlaştı.

Farklı diyarlarda; aynı geceyi, aynı yıldızı paylaştığı çocuklarının babası sevgili eşini ertesi günü görmenin heyecanıyla, götürmek üzere günler öncesinden hazırladığı  bohçaya şefkatle dokundu. Şafağa gebe gecenin koynunda sol yanı buza kesmiş bir halde bir türlü ısıtamadığı yatağının içinde debelenip durdu. Parasızlığa aldırdığı yoktu, onun içini kemiren eşinin hasretiydi. Başlarına gelen felaket onları bir yün yumağı gibi iyice  birbirlerine bağlamıştı. Birbiri ardına devrilen günler içinde,  derviş sabrıyla geçen zaman hasretlikleri kavuşturacaktı. Gözlerindeki ıslaklık kirpiklerinin ortasında tomurcuklandı, sonrada taşarak henüz ısıtamadığı yanaklarından sıcacık süzülüverdi…

Memeden kesilmiş çocuk mahzunluğundaki hallerinden sıyrılıp dudaklarımdaki umut dolu şarkıları yitirmemeliyim diye söylendi usulcacık…

Yarın ola hayrola…

Düşelim çoluk, çocuk yola…

Bu son görüş günümüz olur inşallah, diye mırıldandı dudakları dua ve salavatla…

Fatma TÜRKDOĞAN
www.kafiye.net