Teyzanne

“Eğer bu son sınavları da verirsem, önümde hiçbir engel kalmayacak Teyzanne” diyordu telefondaki heyecanlı ses; yani benim manevi oğlum… Veteriner olacak ve okulunda asistan olarak görevine devam edecekti artık.

“Sınavlara on beş gün var. Birkaç günlüğüne yanına geliyorum. Sanırım iki saate kadar oradayım.” diyor ve hemen arkasından ekliyordu; “Hadi teyzanne, sıva kolları; sevdiğim Özbek pilavını yap bana. Geldiğimde uzun uzun konuşuruz nasıl olsa.” 

Telefonun öbür ucundan, heyecanını ve gülümsemesini hissettiğim ses tonuyla sesleniyordu bana manevi oğlum. Aynı heyecan ve coşkuyla “Tamam oğlum, bekliyorum. Tez gel hadi!” diyerek karşılık verdim. Hissediyordum işte; aynı heyecan, belki de daha fazlası bende de vardı.

Mutfağa girdim. O gelmeden sevdiği her şeyi bir çırpıda hazırlamak istiyordum.
Ne çabuk büyümüş, nasıl da çabuk geçmişti yıllar… Şöyle bir geriye döndüm. Geçmişe, çok uzaklara… Sanki zaman durmuş, tüm acılar yüreğimize çöreklenmiş, hiç geçmeyecek sanmıştık o hüzünlü yılları.

Bir yandan yemekleri hazırlıyor, diğer yandan neler yaşadığımızı düşünüyordum.

Annesi, en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede oturmuştuk. Benden önce evlenmişti; ama yine birbirimize çok yakın evlerdeydik. Görüşmelerimizin oldukça sık devam ediş nedeni, elbette yakın evlerde oturuşumuz değildi sadece. Çok severdik birbirimizi… 

Zor bir hamilelik süreci geçirmişti. Onun da en sevdiği yemek Özbek pilavı idi. Benden onu yapmamı isterdi hep. Haftanın iki günü mutlaka yapar, götürürdüm. Ben daha kapıdayken elimden tencereyi alır, mutfağa geçer, pilavı hem kaşıklar hem konuşurdu. “Her gün yesem usanmam. Şu karnımdaki çocuk sağlıkla dünyaya gelecekse, önce Allahın sonra senin sayende.” derdi. Onun mutluluğuyla ben de mutlu olurdum. 

Canım arkadaşım benim… 

Beklenen gün gelip çatmıştı ve ben yine yanındaydım arkadaşımın. Umut’u ilk benim kucağıma verdi doktor. Dışarıda bekleyenlere müjdeyi vermek amacıyla; kollarımda bebek, yüzümde muzaffer bir edayla, gülümseyerek çıktım doğum odasından. 

Ne güzel bebektin öyle Umut… Daha birkaç dakika olmuştu doğalı; ama minicik yüzündeki kaş ve gözlerinin güzelliği beni mest etmeye yetmişti. Arkadaşım; “Beraber büyütelim oğlumu, hep yanımda ol olur mu?” dediğinde, tereddütsüzce “Ben umuttan ayrılamam ki zaten!” demiştim.

Aradan geçen üç yıl içinde ben de evlenmiş, ilk kızımı kucağıma almıştım. Umut’la birlikte gelmişlerdi kızımı görmeye. Umut önce şaşırmış, sonra da “İlla kardeşimi kucağıma verin, ben onu çok seveceğim!” diye tutturmuştu. Annesi ile beraber kızımı kucaklamış, dokunmaya kıyamadan uzun süre kucağında tutmuş, yanağını incitmekten korkarcasına eliyle yavaş yavaş okşamıştı.

Ne güzel zamanlarmış…

Ta ki o güne kadar, o kötü güne kadar çok güzel günler geçirmiştik. Umut, annesi, ben ve kızım… Sürekli bir arada oluyor, çocuklarımızı birlikte büyütüyorduk. 

Eşinin bir seminer dolayısıyla Ankara’ya gitmesi gerekiyordu. Umut ve annesini de beraberinde götürmek istiyordu eşi. “Birkaç gün değişiklik olur hepimize” diyordu. Tereddüt içinde “Tamam” dedi arkadaşım. “Neden düşüncelisin?” diye sorduğumda; 
“Bilmem, içimde bir karamsarlık var. Sanki oralarda Umut’a bir şey olacak gibi hissediyorum.” demişti. “Zaten birkaç gün… Gönlünü ferah tut. Rahat rahat gidip gelin inşallah” diye teselli ettim arkadaşımı. Gitmezden bir gün önce de uğrayıp yol için yaptığım bir şeyleri verdim. 

Bir başka sarılmıştı Umut’umun annesi o gün bana. “Seni çok özleyeceğim” dedi ellerimi tutarak ve ekledi; Umut’um umudumuz. Unutma!”

Ayrıldım evden…

Meğer son görüşümmüş arkadaşımı. Kaza haberi, gecenin bir yarısı acı acı çalan telefonla söylendi. Eşim açmıştı telefonu. Memlekete dönüş yolundayken gerçekleşmiş kaza. Hastaneye getirilmişler. Arkadaşım ağır yaralı; ama bilinci açık şekilde bizim evin telefonunu vermiş. 

Hastaneye vardığımızda artık her şey çok geçti. Arkadaşımı iç kanamadan kaybetmiştik. Eşinin durumu ağırdı. Zaten kaza yaptıkları arabadan çok zor çıkarmışlar. Ameliyatı hala sürüyordu.

Hastanenin bütün duvarları yıkılıyor sanıyordum. Umut’um, Umut neredeydi? Önüme çıkan bütün doktorlara, hemşirelere Umut’u soruyordum. Kazadan yara almadan kurtulduğunu, yine de tetkikleri yapmak için gözlem odasında olduğunu, sürekli anne, baba ve benim adımı sayıkladığını söyledi doktor. 

Hemen yanına koştum Umut’un. Beni görünce gözlerini araladı, ellerimi tuttu, sakinleşti.

Babasının ameliyatı zor geçti; onca çabaya rağmen bir ayağını kurtaramadı doktor. Çok üzülmüştük ailece. Bu durumda işine dönmesi, çalışması imkânsızdı. Malulen emekli oldu. Kısa bir süre sonra da hem kendine bakacak hem de oğlu ile ilgilenebilecek birisi ile yeni bir yaşam kurdu.

Karar vermiştim; Umut’la iletişimi hiç kesmeyecektim. Eskisi gibi olmasa da elimden geldiği kadar sık görüyordum onu. Evime getiriyor, kızımla oynaması için zaman yaratıyordum. 

Kızım iki yaşına, Umut beş yaşına girmişti. Oynadıkları saatlerde çok mutlulardı; ancak ne zaman kızım bana “Anne” dese, Umut bir anda sessizliğe bürünüyordu. Anlıyordum onun çaresizliğini. Gözlerimdeki yaşı ona göstermeden siliyor, bir anne şefkati ile onu öpüp kokluyordum. 

Bir gün bana “Teyze, benim annem artık yok. Senden başka da teyzem yok. Sen benim hem annem hem teyzemsin; ama ben sana teyze demek istemiyorum. Teyzanne desem nasıl olur?” dedi. Şaşırmıştım, o yaştaki çocuktan böyle bir söz beklemiyordum doğrusu. “Elbette söyle Umut! Sen nasıl söylemek istersen öyle söyle bir tanem.” diyerek saçlarını okşayıp bağrıma bastım.

O günden sonra Umut bana hep Teyzanne dedi.

Zor zamanlarında anne yarısı olarak hep yanındaydım. Kızlarımın bir ağabeyi olarak da o hep benimle birlikteydi. 

İşte bütün zorlukları aşmış, güzel bir okul kazanmış, bitirmesine çok az kalmıştı. Bazı şeyleri güvenceye almış olarak geliyordu yine Umut’um.

Yemekleri hazırlamıştım. Onun ve annesinin çok sevdiği Özbek pilavı demlenmeye başlamıştı bile.

Zil çaldığında elinde çok sevdiğim papatya demeti ile karşımda duruyordu Umut…

Teyzanne! Geldim işte…

Gülhun ERTİLAV
www.kafiye.net