SOKAK LAMBASI

Evine giden yolda son virajı da dönen Ali usta, belediyenin aydınlatma lambası dikmeyi uygun bulacak kadar bile hatırlamadığı; uzun ve karanlık yolda elinde son işinden geriye kalanlar ile tüm günün muhasebesini yaparak ağır adımlarla yürüyordu. Daha 35’ini sürdüğü hayatında, bu karanlık yolun sonunda parlayan evi, evinin ışığı 2 çocuğu ve kaçarak evlendiği Zeliha’sı ile kalakalmıştı. İyice utanıyordu Zeliha’sına verdiği sözlerini tutamayışından ve çocuklarına hiç söz veremeyişinden Ali usta.

Kaçırmıştı karısını daha 18indeyken. Kaçırmak istemezdi, teli ile duvağı ile almak isterdi Zeliha’sını ama işsiz diye vermedi babası Zeliha’yı Ali’ye. Onlar kaçıp geldiler Erzurum’un karlı dağlarından İstanbul’un keşmekeşine. Bugün o karanlık yolda elinde yine işsiz kalmışlığı ile yürürken bir an “Acaba?”  dedi Ali usta. “Acaba Zeliha’yı kaçırmasaydım bugün daha mutlu olur muydu Zeliha’m?” Sonra kızdı kendine; herkese nasip olmayan bu aşkı parasızlık yüzünden nasıl bir kenara atardı. Gençti. Çalışır, gerekirse taş taşır güldürürdü yalnız gezegeninin 3 eşsiz güneşini.

İşte kafasında bu düşüncelerle yolun sonuna gelmişti. Artık ne sokağın ürkütücü karanlığı vardı aklında ne de işsizliğinin verdiği çaresizlik. Çünkü hem sokağını hem de kalbini aydınlatmıştı evinin küçük florasanından çıkan ışık zerreleri. 2 kere tıklattı kapıyı Ali usta. Her zamanki gibi “İyi ki!” diyen gözleriyle açtı Zeliha’sı kapıyı. Anlamıştı elbet elindekilerden bu işte de dikiş tutturamadıklarını ama hep gülüyordu gözleri “Olsun be Ali’m buluruz bir çaresini. Allah büyük!” dercesine. Çocuklar eteklerine yapışıyordu Ali ustanın.  Kapı kapanıp içeri girdiğinde bütün dertleri aynı eteklerden dökülüvermişti; kapı tekrar açılıp bu kez yeni umutlarla yeniden iş aramaya çıkana kadar.

***

Sabah çocuklarına harçlık veremeyecek olmanın utancı ile erkenden çıktı Ali usta evinden. Mahallede herkes ona Ali usta diye hitap ederdi. Bütün mahallenin işlerine elinden geldiğince koşardı çünkü. Şimdi işsiz olması ve yeni işinde -tabi bulabilirse- yeniden usta olup olamayacağının belirsiz olması pek de ilgilendirmiyordu mahalleliyi. Karşıdaki kahvenin sahibi Şükrü abi, caminin Yusuf hocası, köşedeki ilkokulun güvenlikçisi Kamil… Herkesle selamlaştı Ali usta mahalleden çıkana kadar. Cebinde sadece karısının hayır duası bir de çocuklarının dünyaya bedel gülüşü: “Vira bismillah!” diyordu bu sabah da. Allah aç koymazdı ya bu aciz kulunu. Bulacaktı elbet karınlarını doyuracak, çocuklarına çikolata alacak kadar para kazanacağı bir iş. Çalışana her zaman bir lokma ekmek vardı bu taşı toprağı menfaat olmuş memlekette.

Her sokağını arşınladı Ali usta İstanbul’un. Tesisatçılıktan bulaşıkçılığa her işe başvurdu. Her kapı yüzüne kapanıyordu aynı hızla. Gözleri umutla parlarken çaldığı her kapıdan geri dönüşünde bir köz düşüyordu gözlerinin alevinden kopup kalbine. Son çare dedi yıllar önce İstanbul’a göçen şimdilerde bir inşaatta çalışan Hulusi dayısını aradı. Buldu çalıştığı inşaatı, içti bir bardak demli çayını dayısının. Büyük şehrin akrabalıkları unutturduğundan dert yandı Hulusi dayı. Haklıydı da. 65 yaşında adam hala tuğla diziyorsa akrabalıkları unutturan bu şehrin kalbine o da yapardı. Hulusi dayı yardım etti, Ali usta sebat etti, aynı taşeron firmanın başka bir inşaatında asansör boşluklarında, pencere pervazlarında belki sigortasız belki asgari ücrete ama hep şükürle elinden ne iş geldiyse yapmaya başladı Ali usta. 7 tepeli şu İstanbul’un bir köşesinden daha bir umut bulup çıkardı işte.

Akşam eve dönerken yine karanlık yola girdiğinde “Varsın olmasın be bu sokağın aydınlatması. Yıldızları görebiliyorsak ışık hep vardır.” dedi. Ali usta belki hiç şiir bilmiyordu ama hiç tanımadığı o şairi onayladı başka bir evrenden. Doğru ya “nefes alıyorsak umut vardı…”

AYŞE ÇALLI
www.kafiye.net