YETİM MEHERREM 
( öykü)

Celil Ağa’nın anası Nazlı Bacı hastaydı. Son günlerde iyice kötüleşmişti. Molla kaç gündür gidip Nazlı Bacı’nın başında Kur’an okuyordu. Ölenlerinize rahmet, bu sabah ezanına doğru dünyadan sessiz, sedasız göçüp gitti. Tamahkâr Köyü’nden ve civardan duyanlar, Celil Ağa’nın evine akın akın taziye için geliyordu. Aylardır köyde zengin birisi ölmemişti…

Köyün bekçisi Yetim Meherrem de Nazlı Bacı’nın öldüğünü duyunca üzüldü ama bir taraftan da: “Bugün midem bayram eliyecek, Allah rahmet eylesin, iyi kadındı.” diye içinden geçirdi.

Yetim Meherrem, küçük yaşta babasını kaybetmişti, kimi kimsesi de yoktu. Uzun boylu, kara kuruydu. Yaşamın zor şartlarına dayanamayan beli erken eğilmiş, kamburlaşmıştı. Avurtları çökmüş, kavruk yüzüne kırışlar çoktan yuvalanmıştı. Üstü başı dağınık, kırlaşmış saçı sakalı birbirine karışmıştı. Kılık kıyafetine bakınca yaşlı bir mecnun sanırdınız. Oysa daha kırkbeş yaşındaydı. Kendini bildi bileli köy bekçiliği yapıyordu. O gün köyün önemsiz işlerini öteledi. Günboyu nemli ve boğucu hava yetmezmiş gibi güneş de iyice hırpalamış, ter tabanından süzülmüştü. Cebinden çıkardığı kirli mendili ile kavrulmuş yüzünün terini silip taziye yerine gitmek için yola koyuldu. Evlerin arasında uzanan toprak yolun kenarında zümrüt yeşili bir kertenkele taşın üzerinde güneşleniyor; kuyruğunu sallayarak fıldır fıldır gözleri ile etrafı temaşa ediyordu.

Ne kadar da sevimli diye aklından geçirirken, “Kerten39 kele öldürmek gâvuru öldürmek gibi sevaptır.” hadisi aklına geldi. Çukurunun derinliklerine çökmüş soluk kurşuni gözleri yerdeki taşlara baktı, kertenkeleye baktı. Kertenkele tehlikeyi sezmiş olacak otların arasına dalıp, gözden kayboldu. “Tuh bee…” dedi, “Beleşe sevap kazanacaktım.” gülümseyerek yürümeye devam etti… Evinin önünde yıkık duvarın dibinde bir taşın üzerinde oturup bastonu ile toprağı eşeleyen Ala Asım’ı görünce neşesi kaçtı… Geri dönüp taziyeye sonra gitmeyi düşündü ama yemeği de kaçırmak istemiyordu.

“Tevekkül Allah’a!” dedi, “Köpoğlunu ne zaman görsem işlerim ters gedir…” Söylene söylene selam bile vermeden yanından geçip gitti.

Taziye evinin bahçesinde pilav ve et kazanları yan yana dizilmişti. Yemek pişirilen kazanlar fokur fokur kaynıyor, İran sedir pirinci ile yapılan tereyağlı pilav buğusu, kazanlardan buram buram tütüyordu. YetimMeherrem, bir an bahçenin büyük tahta kapısında durakladı. Kazanlar dolusu kızarmış lokum gibi etleri hayâl etti. Kurşuni gözleri harlandı. Yüzüne kan geldi. Pilavın kokusunu ciğerinin kuytu dehlizlerine kadar derin derin çekince, ağzı sulandı. Tükrüğü boğazında düğümlendi, yutkundu. Aylardır et yememişti. “Biraz dahasabret yetim.” diye içinden geçirdi.

Evin hemen önünde Celil Ağa’nın bacıları ağlaşıyor, saçını başını yoluyordu. Köyün yemek yapmasını iyi bilen ak saçlı kadınları ise harıl harıl yemek hazırlıyorlardı.Taziye çadırı oldukça kalabalıktı. Zaten şaşılacak bir şey de yoktu, zenginlerin taziye yerleri hep kalabalık olurdu. Celil Ağa’nın tombul yanakları sarkmıştı, suratı asıktı. Fatihasını okuyup çadırda yerini almış olan Yetim Meherrem’e: “Sen de git gulluk ele” dedi. Yetim Meherrem, hemen yemek yapan yaşlı kadınların olduğu yere doğru seğirtti. Ne iş buyursalar itirazsız yapıyordu. Celil Ağa, Yetim Meherrem’i “Mollanın önünü boş koyma, etin ve yemeğin en hasından getir.” diye de uyarmıştı…

“Püste Hala bu kaba molla emmiye pilavın yağlı yerinden koy.” dedi, sağ eli ile diğer tabağı uzattı. “Bu kabı da tepeleme etin has yerinden doldur.” gülümseyerek Püste Halaya baktı.

Yetim Meherrem bol etli yemeği ve tereyağlı pilavı mollanın önüne koydu. Her fırsatta kendisi de ayaküstü atıştırıyordu. Bir ara molla ile göz göze geldi. Tekrar Püste Hala doğru seğirtti.

“Püste Hala, diyesen molla emmi doymadı. Menegaş göz eliyir. Bu defa kabı tike etle doldur.” dedi. Molla etleri yerken yemeğin yağı, boyalı sakalına süzülüp bulaşmıştı. Cebinden mendilini çıkarıp yağlı sakalını sildi. Koca göbeğini sıvazladı. Kara gözlerine ışık gelmişti. Pörtlek gözleri fıldır fıldırdı. Herkes yemeklemeşgulken, rahmetlinin kızları da ağlaşıyordu… Molla Mirze fırsat buldukça yağlı parmaklarını kocaağzına daldırıp diş diplerini dolduran et liflerini temizliyordu. Kara boyalı sakalına sızan yağları tekrar, tekrar siliyordu. Yemekten gözü doyunca keyifle Kur’an okumaya başladı. Kur’an okuması uzayınca, “Gavur” lakaplı Musa sıkılmaya başlamıştı. Yanındakilerle konuşuyordu.

“La havle vela kuvvete! Kaç kere dedim, Kur’an okurken konuşmayın, günahtır…” diye bağıran mollanın davudi sesi büyük taziye çadırında yankılandı.

Gavur Musa’nın kavruk yüzüne çürümüş bir morluk çöküverdi. “Molla emmi gurban olduğum Kur’anı Türkçe okusan biz de anlasak. Belki bize sövürsen.” dedi, ürkek sesi çatallanıp, titredi. Mollanın tombul yanakları iyice sarktı. Dişlerini sıkıp, sarkık dudaklarını büzdü. Göğsü körük gibi inip kalkıyor, balkabağını andıran poposu sandalyenin üzerinden taşıyordu. Kalın kara kaşları alının ortasına kaymış, boyalı kara sakalından hala yağ süzülüyordu. Söylene söylene, mendili ile tekrar koca ağzını ve yağlı sakalını sildi. Kaşlarını iyice çatmış; oluk oluk nefret akan gözleri Gavur Musa’ya yönelmişti. Elini Musa’ya doğru uzattı. Etli kısa kolu yetişse parmaklarını gözüne sokacaktı.

“Fesüphanallah, Fesüphanallah!” dedi, burnundan soluyup, az nefeslenerek: “Allahsız gominist, sen ki namaz kılmaz, oruç tutmazsın. İşin gücün Allah ve Kur’an ile uğraşmak. Tövbe, tövbe…” dedi. Taziye çadırında da bir uğultu oldu. Herkes Gavur Musa’yı kınıyordu… Gavur Musa’nın mahcuplaşanyüzünün kasları seğiriyor, tokatlanmış gibi vişne çürüğü lekeler yüzünde oynaşıyordu. Molla Mirze’nin kırmızı yanakları iyice pörtmüş, yağlı ensesi daha da kalınlaşmış,
boynunun gıdıları iyice sarkmıştı. Pörtlek kara gözlerinden nefret sel olup akıyordu. Tekrar “Tövbe, tövbe…” dedi, kaşlarını çatarak ayetleri okumaya devam etti. Sesi kalınlaşmış, sertleşmişti. Sanki kılıcını çekip, atına binmiş, kâfirlere karşı hücuma geçmişti. Ağzı köpürüyor, yağ süzülen boyalı sakalına bulaşıyordu.

Yetim Meherrem başta konuşulanlarla hiç ilgilenmiyordu ama karnı doyunca o da Gavur Musa’ya için42 den küfür etmeye başladı. Her fırsatta kazanların yanına gidiyor, et yemeğe devam ediyordu. Bir ara karnının ağrıdığını hissetti. “Ulan hep açlıktan ağrıyır biraz da çok yemekten ağrısın, anasını satayım,” dedi, fırsat buldukça yemeye devam etti. Püste Hala dayanamadı. “Meherrem can, çok yedin yazzıksan hasta olacaksan!” “Püste hala, yemek taşımaktan, fırsat bulamadım ki! Meherrem yemek ver, Meherrem kaşık ver, yetim çay getir… Bırakmadılar ki doğru dürüst yemek yiyeyim. Atamın goru, (Babamın mezarına yemin ederim ki) karnım hâlâ aç. Üstelik Molla Mirze menden daha çok yedi.”  Püste Hala’nın buruşuk yüzü acı acı gülümseyerek, “Meherrem can, yemekte molla ile yarışma. Onun gibilerin midesi çok yemeğe alışmış. Yedikce acıkır, acıktıkca yerler. Doymak nedir bilmezler. İşkembeleri kör kuyu gibidir. Allah’a bak, sen meni dinle çok yeme, yazzığsan.” dedi.

Güneş buğday sarısı ışıklarını toplayıp dağların arkasına çekilirken gökyüzünü kızıla boyamıştı. Ay, Ağrı Dağı’nın yamacında gümüş tepsiyi andıran başını uzatmış, binlerce yıldız zifiri karanlığı yırtarak gözünü köye dikmişti. Köy iyice karanlığa gömülmüş, cırcır böcekleri de dünden yarım kalan senfonilerine başlamışlardı. Yetim Meherrem ise karanlığı fırsat bilip yemeğe devam ediyordu. Ağrı Dağı’ndan kopup gelen rüzgâr şımarık çocuk gibi çadırdaki mumları, lüks lambalarını üflüyordu. Birkaç saat sonra elektrik esmer yüzlere gülümseyince “Karanlıkta eskiden nasıl yaşıyorlarmış” diye söylenenler oldu. Bu sıra arka tarafdan, “Hocam, bir de Edison için fatiha okusak.” diye, kalabalığın arasından bir titrek cılız ses duyuldu.

“Tövbe, tövbe!” dedi. “Kim o?” Molla başını uzatıp arkalara baktı. Söyleyen köylü biraz da korkmuş olacak sesini çıkarmadı. Kim olduğunu öğrenemeyince sesin geldiği arka tarafa doğru, “Gurumsak sen onun avukatı mısın?” diyerek sinirli bir şekilde uyardı. “Bu hep Gavur Musa’nın işi, köylünün ağlını karıştırır,” diye içinden geçirdi. Yetim Meherrem’in karın ağrısı geçmemişti, üstelik baş ağrısı da başlamıştı. Ağrıdan beyni zonklayan Yetim Meherrem kendisini zar zor eve atmıştı.

-Güher can yatağımı hazırla men yatacam! dedi karısına, bitkin bir şekilde.
-Ay kişi sene ne oldu böyle? Rengin solup, yüzün kül gibi olmuş, çok kötü görünürsen!
-Ölü yerinde biraz gulluk eledim, yoruldum, biraz dinlenirsem geçer.
-Ay kişi sene kaç defa dedim, onun bunun kapısında az çalış.
-Ay arvat hele az danış! Yatağımı hazırla. Yer yatağı hazırlanınca hemen kendisini patates çuvalı gibi yatağa bırakıverdi. Midesi bulanıyor, evin kamışlarla kaplı toprak damı başında fırfır dönüyor, toprak evin duvarları üzerine üzerine geliyordu. Yatakta sağa döndü, sola döndü, uyuyamadı. Ağrılar yetmiyormuş gibi, sol kolu uyuşmaya başlamıştı. Parmak uçları keçe gibi olmuştu. Git gide kötüleşiyordu. Üşümeye başlamıştı; titriyordu…
-Güher can üzerime yorgan ört, üşüyürem! Güher, temmuzun sıcağında Yetim Meherrem’in üşümesine bir anlam veremedi. İstediği gibi bir yorgan daha getirdi, üzerine örttü.
-Ay kişi sen hastasın, kalk doktora git!

-Ay arvat, biraz terlesem, sabaha bir şeyim kalmaz. İyileşmesem sabah giderem. Sen menim elimi, biraz avcala.

Güher eline, ayağına masaj yaparken bir taraftan da doktora gitmesi için ısrar etti ama Yetim Meherrem’in ayağa kalkacak hali yoktu. Saatler ilerledikce göz kapakları yorulmuş, iyice ağırlaşmıştı. Sırtında şiddetli bir ağrı hissetti; hançerlenmiş gibiydi. Çok güçlü bir yumruk da midesinin üzerine patladı. Yediklerinin hepsi ağzından burnundan, fitil fitil geliyordu. Başını iki elinin arasına alıp yatağında iki büklüm olmuş, sağa sola kıvranıyor, soğuk soğuk ter boca
oluyordu. Suya sokulup çıkarılmış gibi terden sırılsıklamdı. Artık nefes almakta bile zorlanıyordu.

-Güher can… Güherrr… Ölürem… Buram buram yoksulluk kokan toprak damlı, tezek kokulu evinde bir çığlık koptu. Kırık dökük penceresinden karanlığı yırta yırta gökyüzünde yankılandı:
-Ay havar komşular! Yetişin evim yıkıldı! Ocağım söndü… Sabah ezanına doğru muhtarlığın hoporlöründen bir ses duyuldu. Yetim Meherrem öldü. Gençler küreklerinizi alın muhtarlığa gelin mezar kazmaya gidilecek…

Mehmet KUM

Sözcükler:
Gulluk etmek: Yardım etmek
Diyesen: Galiba
Gurumsak: Arsız
Avcalamak: Ovmak
Ay havar: İmdat, yardım edin.

www.kafiye.net