MİR SEFER AĞA 

Kêlbayı İsmet, bisikletine binmiş sulama kanalını takip ederek toprak yolda tıngır mıngır gidiyordu. Gece rüyasında ifriti, kara kuru adamları, ağzından gözünden od püsküren canavarları gördüğünü anımsadı. Azrail yatakta boğazına sarılmıştı; bıçağa yatırılmış dana gibi böğürüyor, nefes alamıyordu.

“ Tevekkül Allah’a “ dedi.

Bir an ikirciklendi. Geri dönmeyi düşündü; ama bir kere yola koyulmuştu. Biraz ilerleyince, hapşırdı. Hemen bisikletini durdurdu. “Tek sebir* de mene hiç düşmez “ diye söylendi. Tekrar geri dönmeyi düşündü. Şapkasını başından çıkardı, kel başını tatlı tatlı kaşıdı. Ekin de susuzluktan yanıp kavrulmuştu. Peşine ikinci defa hapşırınca, güneşten kavrulmuş yüzü gülümsedi. Az soluklanıp tekrar bisikletinin pedalına var gücüyle asıldı. Pancar, pamuk, zerzevat ekinleri arasında bisikletini sürmeye devam etti. Tamahkâr Köyü’ne varınca yolda karşılaştığı köylülere selam verip sordu:

“ Menim suyumu sen mi kestin ? “
“ Yok, Kêlbayı Emmi “
Başka bir köylüye :
“Gurumsak yoksa sen mi kestin? “
“ Yok, emmi men kesmedim.”

Her karşılaştığı aynı cevabı veriyordu. Elini alnına siper yapıp göğe baktı. Göğün göbeği çatlamış öğlen olmuştu; aheste aheste aşağıya doğru ağıyordu. Çok terlemişti; giyitleri yapış yapıştı. Donuna kadar ıslanmıştı. Yetmezmiş gibi tepesinde sivrisinekler de kara bir bulut oluşturmuştu. Yüzünü-gözünü ısırıyorlar, aman vermiyorlardı; ağzına,gözüne giriyorlardı. Eliyle sağa sola kovuyor, yine gelip tepesinde kara bir bulut oluşturuyorlardı Sık sık yüzünden sicim gibi süzülen terleri avuçluyor, yenine siliyordu. Toprak gün boyu ısınmış, yarık yarıktı. Tâ dağların yöresinden bayırından kopup gelen rüzgarın nefesi bile od püskürüyordu. Çok sinirlenmişti. Burun delikleri şişip şişip mavimsi yalımlar saçıyordu.
“Peki o zaman menim suyumu hangi kavat kesti” diye söyleniyor, küfrediyordu.

Bisikletinin lastiğine demir tiken batınca havası “ Fıssss “ diye yattı. Tekerleğin yere yapıştığını görünce tepesi attı. Yağ bağlamış kirli şapkasını yere fırlattı. Bisikletine bir tekme attı. En galiz küfüler dudaklarının arasından savrulup döküldü. Yolun kenarına gelip dallı budaklı bir ağacın gölgesine sığındı. Gelen geçen selam verip kıs kıs güldü. Kêlbayı da arkalarından galayı basıyordu:
Silisyonu,zımparayı kutusundan çıkarıp iç lastiği iyice zımparaladı. Silisyonu sürüp üzerine yama attı. El pompasıyla şişirirken nefesi kesildi, gözleri tepesine çıktı. Suratı mosmor kesildi.Tere boğulmuş, iyice dellenmişti. Nihayetinde söylene söylene tekrar yol koyuldu. İyice yorulmuştu. Dili dudağı kurumuştu. Aksakal, kamburlu birisi suyun tamamını yerine çevirmişti. Bisikletten inip hışımla üzerine yürüdü.

“Ay oğul bir nefeslen hele! “ dedi, panikleyerek “Men seyidem, ocağıma sürünerek gelenler yürüyerek gider, saçını başını yolanlar iyileşerek gider. “ 
Kêlbayı İsmet durakladı. Yaşlı adama yukarıdan aşağıya alıcı gözle baktı. Gözlerinin ferini ayarlayıp tekrar, tekrar üstünü başını yokladı. Bir an düşündü ; dudağını büzüp, ağzını gözünü eğdi.
“Sen seyit değilsen.” dedi. ” Seyit olsan öz elini ayağını düzeltersen “

Nahırcı Aydın değneğini eline alarak bir çırpıda canhıraş koşup çoktan yetişmişti.“ Kêlbayı, bu Mir Sefer Ağa’dır.” dedi. “ Düz danış yoksa bu değneği başında kıraram “
Kêlbayı değneği görünce, bir sıkımlık canı olan Nahırcı Aydın’a baktı.Yüzünün kıvrımlarında alaycı gülüşler peydah oldu.. Bir iki adım geri çekilirken değneğinden tutup itekledi. “ Uzak dur ” dedi. Bir taraftan da gözünün kıyısıyla Mir Sefer’in çolak eline, biri aya biri çaya bakan gözlerine tekrar baktı. Bir ayağı da sakat olduğunu fark etti. Ne diyeceğini şaşırdı. İsmini çok duymuştu. Bu yörenin en ünlü seyidiydi. Düşündü taşındı. Kavruk yüzü kızardı, bozardı. Bir tutam korku gelip yüreğine oturdu. Birden ramazan topu gibi patladı:

” Bağışla meni “ dedi, “Ceddine kurban ağa ! Tanıyamadım. “ Önünde iki büklüm olup elinden ayağından öptü. Çok mahcup olmuştu.Ne diyeceğini bilmiyordu.Bir an önce oradan uzaklaşmayı düşündü.
Geri dönüp bisikletine alelacele binerken dengesini kaybedip düştü. iki metre yere uzandı. Başını taşa vardu. “ Vay başım ! Vay belim ! “ dedi. Nahırçının kotur yüzü kıs kıs güldü.

” Mir Hümbet Ağa’mın ceddi adamı çarpar. Toprakla bir eder. Aman ha ! Özüne mukayet ol ! ” dedi.
Kêlbayı İsmet mos mor olmuştu. Üstünün başının tozunu sildi. Narhçı Aydın’a sinirli sinirli baktı:

“ Aydın kişi ,” dedi, “Allah seni ölene kadar nahırçı etsin ” Tekrar bisikletine binip yola koyuldu. Biraz ilerlemişti ki siyah bir yılan, kôl kôsun arasından başını yola uzatıp tısladı. Biraz uzaklaşmıştı ki bir çoban köpeği bir koyuktan çıkıp hücum etti. Kaçmaya çalışırken yere yuvarlandı, eli-ayağı paralandı. Ayağı burkuldu. Üstü başı toza-toprağa belendi.

Ayağını sürüye sürüye yolun kenarında yıkık bir duvarın üzerine oturup nefeslenirken farkına varmadan arıların yuvasının üzerine oturdu. Eşek arıları yüzünü gözünü balon gibi şişirdi. “ Bu ne belaydı “ dedi Hızla oradan uzaklaşmak isterken bisikletinin lastiği tekrar patladı. Yüzünden gözünden ağu yağıyordu. Ne din koydu, ne iman…Bastı galayı… Verdi veriştirdi. Bisikletin lastiğini bu defa tamir edemedi. Silisyonu, zımparayı yolda düşürmüştü. Çok yorulmuş, susamış, dili-dudağı kurumuştu. Bir gözeden kana kana su içip başına gelenlere rağmen hâlâ yaşadığına şükretti. Bisikleti direksiyonundan tutup eve doğru ağır aksak yürüdü. Akşam ağzı nihayet eve varmıştı. Toprak kokulu evinin kapısını açınca, ağbirçek anası buruşuk eli ile yüzünü gözünü yırttı .

“ Dalı pürçekli, kolu kolçaklı yiğidim, bu halin ne ? Sanki harpten çıkıpsan “ dedi.
Kêlbayı, yüzünü buruşturdu “ Hiç sorma ana “ dedi, “ Mir Sefer Ağa çarptı. “
Kêlbayı İsmet anlattı. Anası, yüzünü-gözünü yırttı. Yüreğinde feryat figan. 
“Yiğidim, kızmasaydın “
“Yok ana, kızmadım”
“Yiğidim, kötü laf etmeseydin””
“Yok, ana etmedim.”
“Yiğidim, hiçbir şey demeseydin”
“Yok, ana demedim”
“ Yiğidim, yüreğini eğmeseydin “
“ Yok, ana eğmedim “
“Yiğidim, mübarek elinden ayağından öpseydin”
“Öptüm ana “

“ Yiğidim, aslanım, şahin bakışlım o zaman bu halin ne ? Menim içim rahat değil. Ya kalbi eğildiyse. Ya sana gargış ederse… Alimallah evimiz başımıza yıkılar. Ocağımız söner. Yazzığam ay oğul. Ahir çağımda sana bir şey olursa dayanamam. Dur, sırtına kırmızı boya çaldığım koçu çıkar kômdan, yıldızlar göz açmadan Seyit Ağa’ya götür. Elinden ayağından öp. Adağımızdır kabul et, Mir Sefer Ağa de… Sen daha bir karıştın, yerden yeni bitiyordun. Kasım Dayı’na bir gargış etti. Dağ gibi gardaşım, felç oldu. Ağzı eğildi, eli ayağı tutmaz oldu.Sesi çöllere düştü.Bağıra bağıra aynı gece göçüp gitti. Sabaha çıkmadı…”

Kêlbayı İsmet, ne dediyse anasını ikna edemedi. ” Off-puff “ etti. En seçme alnı gaşka koçu alıp söylenen söylene yola koyuldu…
sözcükler:
Mir: Peygamber soyundan gelen kimse, bey 
Kêlbayı: Kerbalada kutsal mekanları ziyaret eden kimse
Men :ben
Sebir: Hapşırma
Tâmahkar : Cimri
Gurumsak: Argoda kavat. Arsız, işsiz güçsüz avare 
Kotur: Yüzü ve kafayı tutan, iz bırakan cilt hastalığı. Mantar hastalığı
Kôl kôs : Özellikle yol kenarlarında yükselen çalı çırpı, ot.
Nahırcı : Büyükbaş hayvan çobanı
Kôm : ağıl
Gargış. Beddua
Ahir çağ: Son zaman

www.kafiye.net