Bir Zaferi Anlayabilmek: Çanakkale Şehitlerine
Hatice Eğilmez Kaya

Bir zaferi anlayabilmek için takip etmemiz gereken en önemli yollardan birisi de şairlere kulak vermektir kuşkusuz. Onlar güçlü sezgileriyle, derin algı boyutları ile; sadece eşyanın değil, zamanın, mekânın ve yaşadığımız olayların da özüne inme yeteneğine sahiptir. 
1.Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken, Çanakkale Boğazı’nda, Conkbayırı’nda, Anafartalarda, Arıburnu’nda Anadolu insanının emperyalizme karşı kazanacağı Kurtuluş Savaşı’nın ayak sesleri işitilir. Milletimizin daha sonraları “Çanakkale içinde Aynalı Çarşı / Ana ben gidiyom düşmana karşı” diyerek türküleştirdiği zafer, vatan şairi Mehmet Akif Ersoy’un kaleminden dökülen o muhteşem dizelerde tüm ihtişamıyla boy gösterir. Bu ihtişam ışıltısını destansı mücadelemizden çok, şehitlerimizin kanından alır. 
İstiklal Marşımızda ilk sözü “Korkma” emir ve ricası olan Mehmet Akif, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirine bir soruyla başlar. “Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?” Yüz binlerce gencin oldukça kısa bir sürede ölmeleri, ufacık bir kara parçasına yığılan istilacı kalabalık ordular, bu ordulara onurluca karşı duran Türk askeri, cepheye mermi taşıyan binlerce kadın ve çocuk, kullanılan sayısız silah, ortalığa saçılan milyonlarca mermi, mahşeri bir gürültünün kaynağı olan devasa toplar, boğazın sularını saran gemiler… Şair savaşın kanlı yüzünü daha sonraki dizelerde tarif ve tasvir ettiğinde böylesi bir savaşın dünyada benzerinin olup olmadığını sorarak söze başlaması daha iyi anlaşılmaktadır.
“Çanakkale Şehitlerine”nin başlangıç bölümünde emperyalist devletlerin ve onların sömürgesi olan milletlerin Çanakkale’ye saldırış nedeni vurgulanmaktadır. Şair “Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya” dizeleriyle müttefik devletlerin Rusya’ya denizden destek verme, Almanya üzerine baskı uygulama planlarını dile getirmektedir. 
İstilacılar, donanmaları ile ufacık bir kara parçasını sararlarken hesap etmedikleri tek şey Türk milletinin vatan sevgisidir. Oysaki karşılarındaki “toprak uğrunda ölen varsa vatandır” düsturunu rehber edinmiş, ezelden beri hür yaşamış bir millettir. Bu millet, kendisinden kat ve kat güçlü olan saldırganlara “Çanakkale geçilmez” diye haykırmıştır. Şehitlerin ve gazilerin haykırışları Çanakkale’nin dağında taşında yankılanmıştır.
Mehmet Akif, emperyalist devletlerin saldırısından “rezil istila” olarak söz eder. Peki, neden rezildir onların yaptığı izahı olanaksız iş? Hakları olmayan topraklara göz diktikleri için, adil ve insaflı olmadıkları için, kendilerine güç toplarken türlü yalanlar söyledikleri için, ellerindeki çelikten silahlara güvenip cana ve başkalarının vatanına kast ettikleri için…
Şair “Eski dünya, yeni dünya, Avustralya, Kanada, kimi yam yam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela” diyerek tanıttığı düşman askerlerinin oluşturdukları kalabalığı mahşer yerine benzetir. Mahşeri kalabalıkta derilerin renkleri, dinler, diller çok farklıdır. Ortak oldukları tek şey haksız bir vahşettir.
Yirminci Yüzyıl insanlık tarihinin üstüne kanla, barutla, savaşla, kitlesel cinayetlerle çökmüş bir asırdır. Milyonlarca insan savaşlarda veya salgın hastalıklarda ölürken dünya “medeniyet” çığlıkları ile sarsılmaktadır. Mehmet Akif Ersoy, Yirminci Yüzyıl adı verilen korkunç asır için şu tanımı kullanır: “Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil” Şairin çektiği derinden “ah” asil olduğunu iddia eden katilleri doğuran yeni yüzyıla, içli ve samimi bir sitemdir. 
Medeniyet; sömürgeci devletlerin rengarenk, albenili maskesidir. Sözde medeni ülkeler geçmişte, sömürecekleri topraklara girerlerken oralara medeniyet götürdüklerini iddia etmişlerdir. Günümüzde ise artık medeniyet söylemi, yerini başka söylemlere bırakmıştır. Akif’in Yirminci Yüzyıl’ın başında şikâyetçi olduğu “tek dişi canavar” dünyamızda hâlâ cani bir üslupla at koşturmaktadır. Mehmet Akif’e göre medeniyet, öyle tuhaf bir kavramdır ki uğradığı ülkede hep kan ve gözyaşı ile beslenmektedir. Şair medeniyet yalanı ile can alan Batı emperyalizminin gerçek ve çirkin çehresini “Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz / Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz” dizeleriyle betimler.
Mehmet Akif, “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde gözlerimizin önüne birbirinden canlı, bir o kadar da dehşetli savaş manzaraları serer. Onun resmettiği manzara gerçekçi bir anlatımla dile getirilmektedir. Şiiri okuyanlar savaş manzaralarının bulunduğu bölümlerde gözlerini kapattıklarında kendilerini o muhteşem askerlerin, “arslan neferin” yanı başında hissedeceklerdir. Bakınız şu dizelere:

“Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer… 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.”

Söz deyip geçmeyin sakın. Söz bazen sayısız fotoğrafın anlatamayacaklarını anlatır. Hele Mehmet Akif gibi büyük şairlerin sözleri tılsımlı birer kanattır, kalplerimizi zamanda ve mekanda gezdirir. Hem de yazılışından onlarca yıl sonra bile. Şair, Çanakkale’deki destansı mücadelemizi resmetmeye bütün ihtişamıyla devam ediyor:

“Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!”

Zamanın en korkunç silahlarının karşısında korkmak mı? Ne münasebet! Kahraman ordumuz onların tehditlerine sadece güler… 
Şair, müstevlilerin vatanımıza uzanan ellerini haklı olarak “namert eller” diye tanımlar. Namert, mert olmayan anlamına gelir. Oysa mertlik insana ne de çok yaraşır. İnsanı insan kılar. Ona merhamet, iyilik, yardımseverlik, dürüstlük kazandırır. Eğer bir ordu namertse biliniz ki onu yönetenlerden kaynaklanan bir olumsuzluktur bu. Aksi takdirde yüz binlerce kişi hakkı olmayan topraklara vahşi bir hayvancasına neden saldırsın? Çanakkale toprakları, ziyaret edenlerin ruhlarında anlatılması mümkün olmayan kıpırdanmalara neden oluyorsa bunun kaynağı namert ellerin mert ellerce kırılmasına şahitlik etmesinden olsa gerek
İman nurdan bir hazinedir. İçinde bulunduğu sineyi parlatır da parlatır. İman inanmak demektir, gönül vermek, bağlanmak demektir. Mehmet Akif Ersoy, Mehmetçiğin göğsündeki imanı “alınmaz kale”ye benzetir. Zira iman, şevki ve sadakati de beraberinde getirir. Bir avuç gencecik asker, yedi düvele karşı durur kalbindeki müthiş şevk sayesinde. “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde en etkili bölümlerden olan şu dizeler de; ışığını haksıza boyun eğmeyen, yalnızca Rabbi karşısında rükudayken eğilen atalarımızın inancından alır. “Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından / Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?”
Mehmet Akif, şiirlerinde ve konuşmalarında sık sık “Asım’ın nesli”nden söz eder. Onun için Asım’ın nesli, binlerce yıllık “alp” geleneğini İslamiyet’le yoğurmuş bir gençliktir. Çanakkale’de şehit düşen, yaş ortalaması yirmi beşi geçmeyen askerilerimiz için “Asım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek / İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.” der. 
“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor / Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.” diyen Mehmet Akif; atası, babası, dedesi de şehit olan Çanakkale şehitlerini methederken güzel Türkçemizin en zirvesinde ifadeler kullanır. O, yüzü gözü aydınlık gençler için bu övgülerin hiçbiri fazla değildir:

“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi… 
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb… 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.”

Şair, toprağa ercesine düşen, ölürken bir “of” dahi demeyen şehitlere olan gönül borcunu nasıl ödeyeceğini bilemez. Onun aziz hatırasına hürmeten batan güneşi, akşamları yarasına sarmak ister ve bilir ki bu dahi yetersizdir kalbindeki minnettarlığı ifade edebilmek için.

“ ‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.”

Mehmet Akif, İslam tarihindeki büyük savaşçıları anımsar da onların dahi Çanakkale şehitlerine hayran kaldıklarını söyler. Salahaddin Eyyubi’nin ve Kılıç Arslan’ın ruhlarını da şad eder böylece.

“Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran… 
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…”

Şairin son sözleri yine şehitlerimize yaraşır bir şekildedir ve onların müjdeli akıbetlerinden haber verir:
“Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber / Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber”

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net