0272 – El MELİK

Onur BİLGE

Cuma günü akşamüstü, okuldan grup halinde çıktık. Bu yıl okula başlayanlardan da aramıza katılanlar vardı. Hep beraber Virane’ye gittik. Güneş solgunlaşmış, gün bitmek üzereydi. Bizse, biraz daha uzatmak niyetindeydik. Akşam yemeğini birlikte yemek suretiyle daha çok beraber olmak istiyorduk. O nedenle, aramızda para topladık, Orçun’a verdik. O, alışveriş yapmak üzere ayrıldı. Kıyma falan alacak, İnegöl köfte yiyecektik. Onun ayrı bir lezzeti vardır ama püf noktasını tam öğrenememiştik. İçine, bu yörelerde yetişen bir otun da katıldığı söylentisi var. Fakat aramızda işin aslını bilen yok. Duygu, yaklaşık lezzetini tutturabiliyor. Eksik tadı da arkadaşlıkla, dostlukla kapatmaya çalışıyoruz.

Virane’de ne yenirse yensin, gülüş cümbüş yendiğinden midir, nedir; hoşumuza gidiyor. Azıcık da yesek, doyuyoruz. Dua singini var galiba. Aramızda, garibanlar var ya mutlaka ondandır. Önce Define… Sonra yurttan ayrılarak üst kata yerleşen fakir öğrenciler… Burası imarethane gibi… Herkes lokmasını bir diğeriyle bölüşüyor. Çok kalabalık olduğumuz zamanlarda sandalye de çay da yetmiyor. Bir sandalyeye iki kişi oturuyor, bir bardak çayı iki kişi içiyoruz.

Bazen kendimizi ensara benzettiğim oluyor. Hani Mekke’de Müslmümanlara zulüm edilmeye başlanıldığında, Medine halkı onları davet etmiş, evlerini, topraklarını paylaşmışlardı da muhacirlerin her birine bir ensar sahip çıkmıştı ya… Allah-ü Teâlâ onları ‘Ensar’ yani ‘Kucak Açıcı’ olarak anmıştı… Ne mutlu o paylaşımcı, güzel insanlara! İslamiyet ne güzel bir din! Ne güzel şey, her şeyini bir ihtiyaç sahibiyle paylaşmak! Bundan güzel mutluluk olur mu! Bir kişinin doyduğuyla, iki kişi de doyabiliyor. On kişi kadarız hali vakti yerinde olan. Bazen on bazen de on beş kişiyi aramızda idare edebiliyoruz. Bu bağlamda bir de hadis var. Efendimiz, kendiliğinden konuşmaz ve ne dediyse doğrudur. Mülkiyette egoizm, ortak kullanımda mutluluk vardır. O, her şeyin bilincinde olduğu gibi bunun da bilincindeydi.

Arkadaşlara haber verdik, yemeğe kadar bahçede toplandık. Konular yığılmaya başladığı için bazılarınca, giriş ve üst salon etüt odası olarak kullanılmaya başlamıştı. En çok da Medeni Hukuk’ta zorlandıklarını, Arapça Farsça sözcüklerin çokluğu nedeniyle konuları pek anlayamadıklarını söylüyorlardı. Özellikle Melike… O, Akademi’ye bu yıl başladı. Esmer, oldukça uzun boylu, zayıf, sağlıklı, hafif dalgalı simsiyah upuzun saçlı çok güzel bir kız… Antalyalı olduğu için en çok bana sıcaklık duyuyor, bir ihtiyacı olduğu zaman ilk önce beni buluyor. Sadece ihtiyacı olduğunda değil tabi… En az benim onu sevdiğim kadar beni sevdiğinin farkındayım.

Virane’ye girer girmez, iri kirpikli kocaman kara gözleri ışıldadı. Geniş bir gülümsemeyle el sallayarak yerini belli etti. Fark edilmeyecek gibi değil ki! En uzunları; ay yüzlü, güzel bir kız… Hareketli, kıpır kıpır!

“Semiray Abla! Tam zamanında geldin! Bir dakika yanımıza gelir misin? ” dedi, heyecanla.

“Ne oldu? Ne bu heyecan? Önemli bir şey mi var? ” dedim.

“Ya, Hukuk…” dedi. “Mülkiyet konusu…”

“Ondan kolay ne var? Herkes bir şeylere malik… Melike, kendi adını mı anlayamadın? ” diye yanına gittim.

“Adımla ne alakası var? Benim adım Melike… ‘Kadın hükümdar, hükümdar karısı’ demek…”

“Melîk ne demek? ”

“Melik, hükümdar demek…”

“Melik değil, Melîk…” diye yazarak sordum.

“Bilmem. Ne demek? ” diye dudak büktü, gözlerini anlamsızlık ifade eden bir şekilde kocaman kocaman açarak.

“Melîk, ‘Mal Sahibi’, yani ‘Mâlik’ demek…”

“Ama o Allah’ın sıfatı…”

“Evet, Allah’ın sıfatı… Güzel isimlerindendir.”

“Mülkiyet hakkı ne demek oluyor, o zaman? ”

“Sahibine, eşyayı kullanma, eşyadan faydalanma, tasarruf etme yetkilerini veren hak… Sahip olunan, taşınabilirse menkul kıymet, taşınamazsa gayrimenkul mülkiyet…

Levent, Nazan’a yan yan bakarak:

“Herkes malını mülkünü, istediği gibi kullanabilir. Mülkiyet hakkı, iyi de kullanabilir kötü de…” dedi, yavaşça. Sağ elinin başparmağıyla, sağ tarafındaki Nazan’ı göstererek devam etti: “Sahibince, kullanılamaz hale de getirilebilir. Nazan’ın beni kullandığı gibi…”

“Sen mal mülk müsün? İnsansın.”

“Ha şunu bileydin! Başında çöp kırayım bari de…”

“Asıl senin mallanman mahvediyor her şeyi. Bizim evde bir mal varsa, o da benim. İstediğin gibi tasarruf ediyorsun. İmzayı atıncaya kadar öyle değildi. Evliliğe değil, köleliğe imza attım sanki! ”

“Allah aşkına, yine başlamayın! Şimdi espri tartışmaya dönecek! Ağzımızın tadı bozulmasın! ” diye fısıldadım, Levent’e. Ne kadar olgun bir insan! Hemen sustu. Nazan’’a da fırsat vermedi. Devam ettim:

“Mülkiyet hakkı, başkasına da kullandırılabilir. Ne kadar mutluluk vericidir! Bak, burayı hepimiz kullanıyoruz. Çok eski, harap bir ahşap bina, kaç kişiye fayda sağlıyor! ” İhsan gülerek:

“Halit de Ayşe’ye: “Ya benimsin ya da toprağın! ..” diyor, daha şimdiden. Öyle değil mi oğlum? ” diyerek, sağ avuç içiyle, solunda oturan Halit’in sağ omzunun iç kısmına vurdu. Halit gülümseyerek, Ayşe’ye baktı:

“Öyle mi Ayşe? Ne diyor bu adam? ”

“Ben seninim zaten, Halit. Sorun yok. Biz, birbirimizi seviyoruz. Bir ömür boyunca beraberliğimize imza atarak birbirimize aidiyet belirtiyoruz. Toprağın olma vakti gelinceye kadar beraberiz, İnşallah! Sen bakma ona! Kıskanç şey, ne olacak! ..” diye gülerek cevapladı, gelin adayı.

Ev aramaktan ayakları şişmiş, ikisi de ayakkabılarını çıkarmışlar; ayaklarını, iskemlelerinin altındaki tahta kayıtlara koymuşlar, söylenip duruyorlardı. Ayşe:

“Ev bulmak ne kadar zor! Bizim beğendiklerimiz çok pahalı, ucuz olanlar, içinde yaşanacak gibi değil! Ne yapacağımızı şaşırdık! ” diyordu. “En iyisi, gençken çalışıp biriktirmek, bir ev sahibi olmak! ” Define:

“Mal sahibi, mülk sahibi… Hani bunun ilk sahibi? ” dedi.

“Mal da yalan, mülk de yalan… Var, biraz da sen oyalan! ” dedi Mahir. “Hey gidi Yunus, hey! .. Ne de güzel demiş! ..”

“Yörük oğlu Bektaşi Yunus! .. Koca Yunus! .. Bizim Yunus! ..” dedim ve devam ettim: “Konumuza dönelim, Melike! Mülkiyet hakkı, iktisadi gücün artması için çok büyük bir özendirme unsurudur. Bu şekilde teşvik edilen insanlar, şevkle çalışırlar.” Mahir:

“Mülkiyet meselesi anlaşıldıysa, sırası gelmişken ve millet buradayken, Mülkün Sahibi anlamına gelen güzel isimlerinden Melik’i kısaca anlatıvereyim! Allah, kâinatı ve her şeyi yaratan olduğu gibi onların tek malikidir. Yani yarattığı varlıklara sahiptir, tamamının üzerinde kayıtsız şartsız emretme ve istediği gibi tasarruf etme hakkı O’na mahsustur. Her şeyin hâkimidir. Mülk, O’nundur. Mülkündekilerin tek hükümdarıdır. Kâinatta, sınırsız kuvvet ve kudretiyle, arzu ettiği gibi hükmederken; istediğini zelil, istediğini aziz eder, emreder, sakındırır, cezalandırır. Mülke malik, yani Melik’tir.

“Hak Melik olan Allah pek Yücedir, Ondan başka İlah yoktur, Kerim olan Arşın Rabbidir.”

Melik ismi, sadece Allah için kullanılır. Allahın diğer kemâl sıfatları, bu sıfatla vücut bulur. Kâinattaki her şeye malik olduğu için mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsan, Allah’ın mülkünü kullanır, sırtına vurup götürmesi mümkün değildir. Yunus, işte bunu dile getirmiş, insanları uyarmıştır.

Her şey emanettir. Kullanmakta olduğumuz bedenlerimiz, canlarımız dahi emaneten verilmiştir. Sadece tanrılık iddiasında olanlarla müşriklerin, Allahın Melik olduğunu kabul etmek işlerine gelmez. Kullanımlarında olan mallarıyla mülkleriyle başları döndüğünden, kendilerini gerçek malik zannederler. Oysa Melik olabilmek için, muhtaç olmamak gerekir ki sadece Allah ihtiyaçtan münezzehtir. Her yaratılan, Allah’a muhtaçtır.”

“Araya girebilir miyim, Mahir? ”

“Rica ederim, dede. Buyur! ”

“Mülkiyetin; şeraite göre, ‘Şu senin, bu benim…’, tarikata göre: ‘Hem senin hem benim…’, marifette göre de: ‘Ne senin ne benim…” olduğu söylenir. ‘Yâ Mâlik!’, ‘Ey Padişah! ’ demektir. Hızır Aleyhisselam’dan şöyle bir söz ve dua nakledilmiş:

“Bir insan, bir hastayı ziyaret eder ve şifa niyetiyle yüz on iki defa: Allahümme entel-melikül-hakkullezi lâ ilâhe illâ ente yâ Allah ve Selâmü ya Kâfi, üç defa da: Yâ Şifael Kulûb derse, hasta, Allahın izniyle sağlığına kavuşur.”

“Tekrar eder misin, dede! Arkadaşlar, yazıverelim bir yere! Gerekirse okuruz.” dedi, Mahir. Dede, isteyenler yazıp bitirinceye kadar tekrarladı. Bu arada Melike:

“Bir de Saba Melikesi Belkıs vardır.” dedi. “O da benim, işte! Habeşistan veya Yemen’de hüküm sürmekteyim. Nigist Saba diyorlar bana. Adım, Habeş kültüründe ‘böyle değil’ anlamına gelen ‘Makeda’, İslam kültüründe ‘Belkıs’, bazı kaynaklarda da Lilith, Nikaule, Nicaula olarak geçiyor.”

“Yok öyle bir şey! ” dedi, Işıl. “O bir efsane… Efsaneye göre Belkıs, güneşin kız kardeşidir. Babası, annesini kurtaran El Hadhad isimli bir cindir ve kocasının adı da Yasir Yanam’dır.”

“Olur mu! Hiç Kur’an okumuyor musun, Işıl Abla? Saba Melikesi’nden, Neml Suresi’nin yirmi ikinci ve kırk dördüncü ayetlerinde bahsedilir. Tabi ki Kur’an’da, Hazreti Meryem’den başka kadın ismi geçmez ama Arap kaynaklarında Belkıs olarak geçer. Öyle değil mi Mahir Ağabey? ”

“Evet, Melike! Öyle! Müsaade et de anlatayım. Işıl, Hadhad değil, Hüdhüd… Yanlış aktarılmış. Kuranda bahsi geçer. Hayvanların dilini bilen, cinlerle ve onlarla konuşabilen Süleyman Aleyhisselam’ın kuşu olan Hüdhüd’ün, Saba Ülke’sine gittiğini, orada güneşe tapıldığını gördüğünü ve bunu ona haber verdiğini, Hazreti Süleyman’ın da bir mektupla melikeyi kendisine tabi olmaya davet ettiğini, melikenin adamlarına danıştığı, onların da savaşçı ve güçlü olduklarını, arzu ederse savaşmaktan kaçınmayacaklarını ama kararı kendisine bıraktıklarını bildirdiklerini; melikenin Hazreti Süleymana hediyeler gönderdiğini, onunsa hediyeleri küçümseyerek, Allahın kendisine çok daha iyi ve değerli nimetler verdiğini söylediğini, cinlerden birinin gidip melikenin tahtını getirebileceğini belirttiğini, gerçekten de adamlarından birinin:

“Gözünü açıp kapamadan ben onun tahtını sana getiririm!” dediğini biliyoruz.

Bunu diyenin, veziri Âsaf bin Berhiyâ veya Hızır olduğu hakkında çeşitli rivayetler var. Kimin getirdiği meçhul… Daha sonra melike gelmiş. Ona, kendi ülkesinin de böyle olup olmadığı sorulmuş. Melike, aynı olduğunu söylemiş ama camdan köşke girince, yerde su olduğunu zannederek eteklerini toplamış. Hazreti Süleyman, zeminin ıslak değil billurdan olduğunu söylemiş.

Bir rivayete göre Süleyman Aleyhisselam, onun ve halkının kendisine tabi olmasını sağlamak amacıyla, bilgili geçinen melikeyi şaşırtmak için camın altından içinde balıklar oynaşan bir su akıtmış. İkna edinceye kadar onunla konuşmuş. Sonunda melike:

“Rabbim! Ben gerçekten kendime zulmetmişim. Süleyman’la beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum!” demiş ve iman etmiş. Daha sonra da tebaası güneşe tapmaktan vazgeçmiş, Allah’ın varlığına, birliğine ve hükümranlığına inanmış.”

*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0272
www.kafiye.net