Ölü Bir Balığın Hikâyesi

Hatice Eğilmez Kaya

Duvarda asılı kalmış bir saatli maarif takvimi. Sararan yapraklarından birini kopardım. 30 Haziran 1975.

Bu duvar, bu takvim ve bu ev çürümeye sıcacık bir yaz günü terk edilmiş. Vazgeçmek, bir şeylerden umudunu kesmek böyle bir haldir zaten. Arkana bakmadan çekip gittiğinde hayal bile edemeyeceğin ayrıntıları da geride bırakıverirsin bir çırpıda.

Kenarda duran sehpanın üzerindeki akvaryumu fark ettiğimde zamanın delişmenliğine şaşırdım. Günler akıp gidiyordu gitmesine de akvaryumdaki su neredeydi? Bilemedim.

Akvaryumun içinde kupkuru çakıl taşları, kim bilir hangi sahilden, hangi ellerce toplanmış istiridye kabukları, rengârenk süsler, bir de balık iskeleti duruyordu. Dikkatli bakışlarla süzünce görebildim ölü balığın ıslaklığını çoktan yitirmiş iskeletini. Gözleri, solungaçları, eğer varsa pulları, incecik olduğunu düşündüğüm derisi çoktan uçup gitmişti. Canlı balıkların bile türlerini ayırt etmekten uzak olduğum için, bu kendinden geçmiş iskeletin ne türden bir balığa ait olduğunu anlayamadım.

Acaba sahibi isim vermiş miydi ona?

Eğer isim verecek kadar önemsemişse onu sahibi, ölüme terk ederken canı ne kadar çok yanmıştır kim bilir? Orta boylu bir tencereden dahi küçük olan akvaryumu da yanında alıp gitseydi keşke.

Konsolun üzerine alelade serpiştirilmiş çerçevelere gözlerim takıldı. Her biri doluydu. Fotoğrafların birinden iri gözleri olan, yuvarlak yüzlü bir erkek çocuğunun muzip gülüşü taşıyordu odaya. Başka bir çerçevedeki el ele vermiş genç çift zihnimi çeldi az sonra. Fotoğrafın arka planında bir değirmen vardı. Usul usul dönen çarklarıyla, dervişane esvaplı bir su değirmeni.

Zamanın durduğu ya da yavaş ilerlediği yerleri oldum bittim severim. Köylere, kasabalara, yaşını başını almış insanların evlerine olan ilgimin tam olarak bu sevgiden kaynaklandığını yeni yeni anladım. Kendi evimdeki eşyaların yerlerini değiştirmek de pek hoşuma gitmez. Bazı tanıdıklarım koltuk, masa ya da vitrinlerin kımıldatılmamasına dair alışkanlığımı hareketi sevmez mizacıma bağlarlar. Oysa ben farklı yerlere sürüklediğimiz eşyaların acizliğinde, zamanın gün devşiriciliğinden duyduğum ince ıstırabı bulurum. Terk edilmiş bir evin sahipsiz fakat boş kalmayan çerçevelerinde yakaladığım da dondurulmuş günlerden başka bir şey değildi.

Seslerin, görüntülerin uzay boşluğunda sonsuza dek dolaştığını, küçücük parçacıklar halinde orada burada saklandıklarını adımı hatırlayışım kadar yalın bir kabullenişle bilirim. Büyüdüğüm, kaldırım kenarında oyunlar oynadığım sokağa, yetişkin biri olarak yine yine bakarken hissettiğim garip ve tarifi neredeyse imkânsız gelgitler sayesinde zihnime yerleştirdim anıların kalıcılığı düşüncesini. Bir gün çekip gitsek de maddi herhangi bir mekândan eylemlerimiz uğurlar görünmez ellerini boşlukta sallayıp da. Vişneçürüğü rengindeki, fazlaca kullanılmasa bile eskimiş olan koltuğa otururken etrafımda uçuşan geçmiş zaman seslerini işitir gibi oldum. Çoktan çekip gitmiş olan ev ahalisinin gölgeleri raks ediyorlardı konsolun sırrı kaybolmamış aynasında.

Bütün renkler solduklarında grileşiyor. Siyah ve beyaz da öyle. Boş vermişlik hissine bir renk atfedilecek olsa bu renk gri olurdu şüphesiz. Kötüler kötülüklerinden, iyiler iyiliklerinden, doğrular doğruluklarından, eğriler eğriliklerinden geçtiklerinde ortada buluşmazlar mı? Ölü balığın bulunduğu akvaryumu elime aldım. Balık griydi; istiridyeler, taşlara yapışıp kalmış ve orada neredeyse yok olmuş yosunlar griydi. Her biri farklı renklerdedir oysa yaşarken.

Titreyen bir işaret parmağı sevmek maksadı ile sayısız kereler dokunmuştur mutlaka sağlığında bu balığa. Sevilenin akıbeti malumdu, sevenin ise belirsiz. Çekip gittiği günden sonra neler yaşadığını, hatta yaşayıp yaşamadığını bilmiyordum. Bu zavallı ölü balığı terk edişinden üzüntü duyup duymadığını, evini bırakırken bir canlıyı ölüme terk ettiğinin farkında olup olmadığını da.

Evin diğer odalarını dolaşmaya cesaret ettiğimde içeri gireli asırlar olmuş gibi geldi bana. Sanki sayısız devlet kurulup yıkılmış, sayısız insan yaşayıp ölmüştü dilsiz bir anahtar, kör bir kilidin içinde çevrileli.

Küçük adımlarla çıktım salondan. Aynı küçük adımlarla karşıdaki odaya girdim. Odaya girer girmez bir el omzuma dokundu. Dönüp baktım. İnce fakat güçlü parmakları olan elin sahibi, su değirmeninin önünde poz vermiş genç çiftten kadın olanıydı. Kahverengi, gür saçları fotoğraftaki haliyle aynı uzunlukta ve aynı modeldeydi. Gümüş rengi teller çoğunluktaydı omuzlarına salıverdiği buklelerde. Derinlere doğru, dalgınca bakan gözlerinden tanıdım onu. Siyah beyaz fotoğrafta bikarar gözüken bu bir çift göz balköpüğü rengindeydi. Işıltısı ile içimin aydınlandığını hissettim. Beden yaşlansa da gözler yaşlanmıyordu besbelli.

– Nasıl girdin evime, kime sordun eşiğimden içeri adım atarken?

– Kusura bakmayın, ben evde kimse yok zannediyordum. Sizinle karşılaştığıma çok şaşırdım.

Gizemli bir edayla tebessüm etti.

– Evet, aslında haklısın, kimse yok sayılır. Ben bu odadan çıkamam. Uzun yıllardır odamın kapısını senden başka açan da olmadı zaten.

– Nasıl yani.

– Ben yaşamıyorum, yaşamadığım için hep buradayım. Salondaki ölü balığın sahibi benim. Onu terk etmedim üstelik. Sadece odamdan dışarı çıkamadığım için ölmesine engel olamadım. Hani nasıl olur da bir canlı ölüme terk edilir, diye merak ediyordun ya az önce. Ben onu ölüme terk etmedim. İkimiz çok yakın zamanlarda öldük. Önce ben, sonra o.

İçim ürperdi. Ölü bir balığın akıbetine üzülürken, hayalden bir kadınla karşılaşmıştım. Düpedüz hayalden bir kadındı karşımdaki. Omzumu zarif bir dokunuşla sıkan ellerin sahibi yaşamıyormuş meğer. Korku dağları bekler ve her korkunun temelinde bilinmez diyarların baş tacı ölüm ürpertisi yatar.

– Balığımın adı yok. Bile isteye bir ad vermedim ona. Çok seviyordum sevmesine onu, fakat isimlendirmenin, hatta sınıflandırmanın gereksizliğine inanmışımdır hep.

Düşsel muhatabımın anlattığına göre balığı, turuncu renkli olan türdeşlerine benzemez bir şekilde masmaviymiş ölmeden önce. Avuç içi kadarmış endamı. Susan, şikâyet etmeyen, sevinmeyen ve üzülmeyen yanlarıyla iç kanatıcıymış ikisinin halleri.

Kendinden geçmişliğin bir rengi olsa gri olurdu, diye düşünmüştüm ölü balığa bakarken. Tam da onlara uygun bir tespitmiş bu. O da balığı da mecazen daima griymiş aslında. Tenlerinin rengi gri olmasa da özleri griymiş.

– Korkmuyorsun değil mi benden? diye sordu tüm bunları hızlıca anlattıktan sonra.

– Hayır, dedim dudaklarım titreyerek. Hayır, korkmuyorum sizden. Peki, ben sizi korkuttum mu?

– Komik olma! Ölü bir kadın değil senden en acımasız insanlardan bile korkmaz olur. Korku siz canlıların meziyetidir.

– Meziyet mi?

– Evet, meziyet.

– …

– Canlarınız olmayınca korkularınız da kalmayacak.

Korku, kaybetme olasılığından kaynaklandığına, cesaret ise bütün riskleri göze almak olduğuna göre haklıydı galiba. Başlangıcımız birdenbireydi, tükenişimiz de birdenbire olacaktı. Üzerimize giydirilmiş zıbından, giydirilecek son gömleğe kadar her şey eskimeye mahkûmdu. Fakat bizler çıplaklığımızdan kurtulmaktan bile acizdik.

Etten ve kemikten azade bir kadın ince, küçük elleriyle korkunun bir meziyet oluşundan söz ediyordu. Onun durduğu yerden meziyet olarak görülen korku benim için yüzememek, ağaca tırmanamamak, bisiklete binememek, vazgeçememek, büyük adımlarla yürüyememek, hafif bir tümsekten aşağıya endişe ile bakmak demekti.

Buna rağmen olanca cesaretimle sordum:

– Neden öldünüz?

Rindane bir gülümseyişle cevap verdi:

-Yaşadığım için.

-Hayır, ben bunu sormak istememiştim size. Nasıl öldüğünüzdü öğrenmeye çalıştığım.

– Biraz zor, biraz kolay. Her ölmenin kendine has çilesi var. Sana benimkini tarif edemem ki. Yalnız şunu söyleyeyim, son bir nefes aldım, sonra da son bir defa verdim nefesimi. O kadar basitti terki dünya edişim.

Kapalı cevaplar veriyordu. Anladım, öyküsünü benimle paylaşmak istemiyordu. Sırların bazıları ölümden sonra da saklanmak istenebilirdi. Sustum, başka soru sormadım ona.

– Gitmeden önce perdeleri aç. Kasvetli bir havası var bu evin. Azıcık güneş girsin içeri. Gözlerin ışıktan kamaşması ne güzeldir.

– Açarım elbette.

– Dur, dedi bana tam adımımı atacakken eşikten.

– Senden bir ricam olacak. Akvaryumu ve içindeki ölü balığı al götür. Yanına varıp göremesem de, evin içindeki varlığı beni rahatsız ediyor. Sağduyun benimle olan karşılaşmanı yalanladığı zamanlarda ona bakar, işittiklerine olan inancını tazelersin. Akvaryumu yeniden suyla doldur ve içine mavi renkli bir balık sal. Sakın o balığa da bir isim verme. Sahibi öldüğünde her isim mahzun kalır.

– Peki, ölü balığı ne yapayım?

– Sen bilirsin. O artık senin.

Avuçlarımın arasında ölü balığın bulunduğu akvaryumla adımımı kapıdan dışarı doğru attım. Eski ve boş bir odanın yegâne sahibi olan hayalden kadın titrek bir alevi anımsatan nidasıyla seslendi. Sözlerini işitebilmemi istediğinden olsa gerek yüksek bir tondaydı sesinin tınısı.

-Ben uzunca seneler bekledim, fakat sen ‘kendin için git!’

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net