YAZIKLAR OLSUN

Ne çabuk hava kararmıştı böyle, az önce başı yastıktayken güneşin ışıkları yüzüne vuruyordu oysa. Az önce rüzgârdan sallanan perdenin güneş ışıklarıyla oynaştığını görüyordu beyaz duvarda. Hatta düşünmüştü, çocuklar gibi mutlular diye. Az daha dikkat etse şen kahkahalarını duyacak gibiydi, ama kulakları da duymuyordu kadının çok fazla. Duysa da bir şeyler pek ayırt edemiyordu sesleri. Bir zamanlar öyle miydi, gece kan uykudan uyartıyordu sivrisineğin vızıltısı. Alışmış gibiydi, bir süre sonra aydınlanmıştı ortalık, “demek ki yine başım döndü gözlerim karardı” dedi sessizce. Yatağın kenarına tutunarak kalkmaya yeltendi, ne kadar zor geliyordu yardımsız kalkmak. Yıllar önce öyle miydi oysa? Sabah ezanında kalkar oturmak bilmezdi, kahvaltıydı, ev işleriydi, ahırdı tarlaydı derken gecenin yarısı olurdu da yine de her sabah dinç bir şekilde kalkardı yerinden. Biraz daha zorladı kendisini oturdu yatağın kenarına. Ağrıyordu her yeri, kemikleri birbirinden ayrılmışçasına ağrıyordu hem de. Sürekli inliyor, sızlanıyor diye ayrı odada kalmasını istiyorlardı evdekiler şimdi.

Mutfaktan çatal kaşık sesleri geliyordu. “ Şimdi kalkıp gitsem bana da verirler mi birkaç lokma “ diye düşündü. Yemek en doğal hakkıydı ama korkuyordu artık istemekten bile. Ama açtı, kimse inanmıyordu aç olduğuna. Her seferinde bağırıyorlardı. “daha yemek yiyeli kaç dakika oldu ki acıkasın? Kalan ömrünü mü yiyeceksin? Sen yediğini bile unutuyordun.” Diyorlardı. Nasıl unutabilirdi ki, neredeyse bir asra yaklaşmıştı yaşı, çocukken yediklerini bile hatırlıyordu. Gerçi o zamanlar yedikleri hemen hemen aynı şeylerdi ama olsun hatırlıyordu işte. Hatta babasının kurtuluş savaşının bitip döndüğü zamanı bile hatırlıyordu. Henüz 5 yaşındaydı, mahşeri bir kalabalık vardı tren garında. Kendisi tanıyamamıştı o güne kadar ilk defa görecekti. Biliyordu hafızasında bir sorun yoktu işte. Az önce yemiş olsaydı unutmazdı mutlaka.

Damarları çıkmış kırışık ve kemikli elleriyle midesine bastırdı ve yokladı biraz, boştu. Tok olsaydı taş gibi dururdu yerinde. Evdekiler nasılsa bazı şeyleri unutuyor diye yediğini de unutuyorsun diyorlardı demek ki.

Bastonunu aldı yatağın kenarından sessiz olmaya çalışarak birkaç adımda kapının önüne geldi. Elini kapının koluna uzatınca kendi kendine söylenmeye başladı. “Kapıyı ben istersem açarım ama bana kapıyı Allah açtı dünyaya geldim şimdi çocuklara yük oluyorum diye kendim açamam ki öteki dünyanın kapısını” abdestini, namazını eksik etmezdi hiçbir zaman, son yıllarda unutup yanlışlık yapsa da ve hep şükrederdi ama artık ettiği şükürler sadece dilinden dökülüyordu sanki. Çoğu zaman lanet okurdu yaşadığı hayata. Çıktığı odayla mutfak arasında birkaç adımlık mesafe vardı ama gitmeye korkuyordu yine bağıracaklar diye. Oysa kızları her geldiklerinde yanımızda dur bu sefaleti çekme artık diyorlardı, o gitmiyor kızlar da kızıp gidiyorlardı yeniden. Yıllardır hep böyle geçmişti hayatı. Anlayamıyorlardı onu, bırakamazdı ki evini. O evi kendisi yapmıştı, su yoktu mahallede, türbeden teneke teneke su çekerek kardırmıştı harcını. Yarı yaşından fazlaydı evinin yaşı da, onunla beraber ne tatlı, acı anıları olmuştu. Ölenlerin peşinden yaktığı ağıtları pencere pervazlarında kalmış, çocuklarına yaptığı düğünlerin şamatası tavandaki tahtaların arasına sinmişti. Şimdi yüzüne bakmayan torunlarının şen kahkahaları, yaramazlıkları sinmişti evin her tarafına. Bırakıp gidemezdi.

Neden yediğine kızıyorlardı ki anlaması mümkün değildi. Diğer çocuklar evi kardeşine bırakmışlardı annem gitmek istemiyor oradan diye. Kocasından aldığı dul maaşı da vardı. Alzheimer hastası diye devlet de bakım parası ödüyordu ama bir lokmaya bin laf işitiyordu yine de.

Cesaretini toplayıp mutfağın kapısını açtı. Masa başında gelini torunu ve gelinin kız kardeşi oturuyorlardı. Masanın üstü çeşitli yiyeceklerle doluydu.

Yaşlı kadının kulakları çok iyi duymadığı için konuşurken kendi sesini de ayarlayamıyordu, diğerlerine fazla gelen sesle söylenmeye başladı.

– Kendiniz yiyorsunuz, içiyorsunuz, ben acımdan ölüyorum. Bir tıkım da bana versenize.

Gelinin yüzü kıpkırmızı olmuştu birden, utancından değildi elbette hırsındandı. Kalkıp kâseye bir kepçe çorba döküp yaşı kadının önüne atarcasına bıraktı. Masanın üstündeki bardaklar titremişti yerlerinde. Kaç kez şahit olmuşları bu görüntüye kaç kez aynı şekilde titremişlerdi kim bilir.

Yaşlı kadın titreyen elleriyle kaşığını çorbaya daldırırken gelin hala konuşuyordu;

– Ne çabuk acıkır bilmem sen gelmeden az önce yemişti. Biliyorum bacım amacı yemek değil konuştuklarımızı merak ediyor gidip kızlarına anlatacak.

Yaşlı kadının duymayacağını sanıyordu ama öfkeden olacak sesli konuşmuştu bu sefer. Kadın her şeyi duymuştu, içinden “yazıklar olsun” diye geçirdi. Başı sağa sola sallanıp duruyordu küçük çocuk adımı gibi, hastalıktan mı yoksa üzüntüden mi bilinmez.

– Yazıklar olsun, yazıklar olsun!

Afet İnce Kırat
www.kafiye.net