YAĞMURCU
O gün yine yatağın sağından kalktı. Zaten öyle ayarlamıştı yatağını da .
İnanıyordu böyle şeylere. Sabah yataktan sağından kalktığında bütün gününün iyi geçeceğine inanıyordu.

Saate baktı. Sabahın yedisiydi. Eşinin gece vardiyasından gelmesine daha bir buçuk saat vardı. Eşini düşündü, mutlu oldu. Varolduğunu, nefes aldığını bilmesi bile onu mutlu ediyordu. Aynada yüzünü yıkarken alnına baktı. Gözlerine baktı. Uzunca bi müddet gülümsedi aynadaki kendisine. Çünkü gülümsediği zaman yanaklarında kiraz gamzeleri çıkıyordu  ve bu da onu çok mutlu ediyordu. 

O zaten evinin ve bu dünyanın küçük ve her zaman mutlu polyanna’sıydı.

Çok şükür halleri vakitleri yerindeydi. Severek evlendiği ve onun için tüm zorluklara göğüs germiş ve hala daha gerebilecek bir eşi vardı. Ve belki eşinden daha fazla sevdiği ve tutkuyla bağlandığı iki tane oğlu vardı. Evleri kendilerinindi ve ikisinin de iyi birer işleri vardı. Ve bunlar bile bu hayattan mutlu dakikalar hatta saatler , günler , haftalar ve belki yıllar almak için bile yeterliydi ona göre. 

Aslında mutluluğunun kaynağı kendi içindeydi ama o bunu bilmiyordu. Olsun öğrenecekti bir gün. Onun içindeki mutluluğunun kaynağı yine içinde taşıdığı;

               HİÇ BÜYÜMEYEN KÜÇÜK BİR KIZ ÇOCUĞUYDU.

Belki ondandı; sokak aralarında gördüğü kız çocuklarının çizdiği sek sek çizgilerine bir taş atıp kaydıra kaydıra oynama isteği. Yada pikniklerde en çok ip atlamayı onun istemesi veya salıncakta sallanma yada yorgunluktan düşene kadar kırlarda delicesine koşma isteği. Hep o içindeki büyümeyen kız yüzündendi de; O bunu bilmiyordu.

Çocuklarını öpüp eşine “Seni seviyorum aşkım“ yazılı bir not bırakıp evinden dışarıya ilk adımını attı Cansu. Tabi hep ve her zaman olduğu gibi sağ ayağıyla. Evinden çıktığında, son zamanlarda trafonun dibine tünemiş sabah akşam elinde şarap şisesi zaman ve mekan kavramına aldırmaksızın içen sersefil o adamı gördü. 

Saçı sakalı birbirine karışmış üstündeki pantolon, kazak ve ceket lime lime olmuştu. Pantolonun yırtıklarından çok pis bacakları görünüyordu ve ayakkabıları paramparçaydı tabanı ve üstü birbirinden ancak iplerle bağlanarak bir arada tutturulabiliyordu. Anahtarlarını çantasına koydu adamın yanından yüzüne bakmadan acele adımlarla geçmeye başladı.

Ama adam arkasından seslendi.

– Hanımefendi bakarmısınız.

Ve buda bir ilkti.

– Efendim

Diyebildi.

– Bu parayı az önceçantanızı karıştırırken düşürdünüz; Deyince daha bi hayret etti. Kendisi parayı severdi ama; Bu adam tapardı herhalde diye düşündü. Parayı almak için ona doğru iki adım atınca ellerini gördü. O uzun tırnakları içleri pislik dolmuştu ve elleri kapkaraydı. Ne kadar mikrop var acaba elinde? şimdi o parada mikrop kapmıştır diye düşündü ve parayı almaktan vazgeçti.

– Kalsın, yemek yersiniz

Deyince adamın verdiği cevapla hayatın görmek istemediği yönleriyle karşılaşmaya başladı küçük polyanna.

-Bu parayı benim elimden almak istemiyorsun. Çünkü artık mikrop kaptığını düşünüyorsun ama banka veznelerinden, bakkaldan, minibüsten aldığın verdiğin paralara da aynı önemi gösteriyormusun? Biliyormusun veznedarlar en çok ekzama ve deri hastalıklarına kapılırlar belki de sende kendi bakış açına göre haklısın hem zaten o parayı bana normal bi zamanda da verseydin yemek yerine şarap alıp içerdi diye düşünüyorsun; Düşündüğün de doğruydu şarap alır içerdim. Ama ben düşündüğün gibi bir sokak serserisi yada bir vazgeçmişte değilim.

– Ya nesin o zaman?

– Ben sadece bir gün gölgemin beni sessizce yakalıyacağı o anı bekleyen ve o yeri bulmaya çalışan ve bunuda yağmurların altında başarabileceğine inandığı için başının üstünde asla bir çatısı olmayan biriyim.

Deyince Cansu iyice şaşırdı. Zaten kendine inanamıyordu. Böyle biriyle sokak ortasında durmuş konuşuyordu!

– Ben dilencide değilim ki neden bana para vermeye çalışıyorsun? Ben sizin merhamet ve acıma duygularınızın trafik ışıklarıyım ve şimdi burada sana kırmızı ışık yandı, artık oturup düşünmelisin.

Cansu iyice şaşırdı.

– Güzel evlerinizin pahalı zevklerinizin eşlerinizin çocuklarınızın olması, pahalı mücevherlere iyi arabalara sahip olup, plazma tv seyredip deniz kenarında rakı balık yapınca hayatlarınızın daha iyi olduğunu düşünüp; Sizin gibi yaşamayanlara baktığınızda gördüğünüz karşısında söylediğiniz tek şey

                              “ ALLAHA ÇOK ŞÜKÜR “ 

Mü oluyor sadece? Ben vicdanlarınızın ahlak polisi miyimki yirmi liraya sana içsel huzurunu vereyim. Ha bu söylediklerime bakıp ta beni hayatı  insanları ve olayları sorgulayan bir sorguç yada;

Derin bir filozof sanma. Ama bana illaki bi şey demek istersen

                          YAĞMURCU

De dedi.

-Peki o zaman dedi Cansu ve arkasını dönüp çekip gitti. Gitti ama; Bütün gün kendi içinde bu hayatı, kendi hayatını, evlerini, arabasını ve olayları ve yağmurcuyu sorguladı. Ve; Hiçbir sonuca ulaşamadı. Konuşması gerekiyordu onunla. Ve akşam evi yerine doğruca ona gitti.

– Ben bunca zaman kendimi ayakta ve gökyüzüne, güneşe bakar durumda zannediyormuşum

Ve herkesle bir şeyler alıp verip hayatımı sürdürüyordum. Hayatsa hep lay lay lom gidiyordu işte ve elimi kolumu sallayarak istediğim her yere gidebildiğim için kendimi özgürüm diye zannediyordum. Oysa sabah 08.30 akşam 17.30  iş ve ev ayaklarımda görünmeyen zincirlerle bağlıymışım kapıp koyverme duygusunu bilmiyormuşum aslında  ve suyu çekilmiş bir kuyunun dibinde yatar vaziyetteymişim ve güneş sandığımsa sadece bir sanrı imiş. Peki beni neden uyandırdın? Neden bu şeyleri görmemi sağladın? Deyiverdi. Ve kendiside şaşırdı kendine. Onun gibi konuşuvermişti bir anda.

– Kuyunun dibinde olduğunu biliyor ve kabul ediyorsan en azından yatay durumda değilsin ayaktasın artık tek yapacağın tuğlalara tutunup çıkmak olmalı

– Peki nasıl yapacağım bunu ?

– Kalbin ve ruhun artık özgür . Yeterki onu takip edecek cesaretin olsun

Dedi ve pis ceketinin cebinden pis elleriyle dörde katlanmış bir kağıt çıkardı ve yine pis elleriyle yine ona uzattı.

Hiç çekinmeden aldı bu sefer onu. Okumaya çalışırken

-Burada okuma. Yalnız başına kaldığında okursun dedi.

– Peki deyip evine gitti. 

Evinde yazıyı okudukça kendi içinin en derinliklerine indi ve o küçük kız yine ayağa kalktı. Ve bu sefer farklı bi şeydi ama.

Artık herkese eşit gözle bakmayı öğrendi ve belki en önemlisi insanları anlamaya çalışmaktansa onlarla beraber yaşamayı öğrendi o yazı sayesinde.

Cebinden çıkardı bir daha ve bir daha okudu ve içinden bir şeyler yapma isteği doğdu onun için. Ve kalkıp onun yanına gitti.

-Hadi kalk gidiyoruz dedi.

– Nereye ?

– Önce bir hamama sonra berbere ve sonra sana kıyafet almaya dedi.

– Neden ?

– Çünkü ben mutlu olmanı istiyorum

Deyince başka bir şey daha öğrendi.

-Ben mutlu olmayı istiyormuyum bakalım! Belki benim ruhum acı çekerek besleniyordur. Hem kılık kıyafetimi saçımı sakalımı düzeltsem ne olacak ki sence ben böyle çokmu mutsuzum? Ne bileyim pi sayısının 3,14 olduğunu marilyn Monroe‘ nun asıl adının norma jean baker olduğunu, wireless in kablosuz ağ bağlantısı olduğu Nistzche nin en sevdiğim sözünün insanları anlamaya çalışmaktansa onlarla yaşamaya alışmanın daha kolay olduğunu söylesem tüm bunlar bana bakış açını mı değiştirecek?  Ama sen illaki benim için bir şeyler yapıp beni mutlu etmek istiyorsan mp 3‘ üne birkaç tane loreena mc kennith parçası, goran bregoviç şarkıları, İron maiden, Metallica parçaları yükleyip bana dinletirsen sevinirim bu aralar pek dinleyemiyorum dedi.

– Peki o zaman dedi Cansu.

Ve gitti yeni bir mp3 aldı internetten bütün şarkıları indirdi yanınada bir şişe Kavaklıdere şarap aldı hemde en kırmızısından. Ve heyecanla onun yanına gitti. En nihayetinde onun için bir şeyler yapabildiği için yine mutlu olmuştu polyanna.

Hey yarabbim kendine inanamıyordu. Yüzü, koltuk altı üstü başı için türlü parfümleri, deodorantları olan ve evinin banyosunda envai çeşit kokulu sabun bulunduran kendisi şimdi bir serserinin yanına gidiyordu ve üstelik onun için bir şeyler yapabildiği için mutluydu. Mp 3 ‘ ü alıp çalmaya başladığında ilk parça Goran Bregoviç

– Ederlezi idi Hüzünlü bir balkan şarkısıydı.

– Biliyormusun Çingeneler zamanı filminin müziği bu çok severim dedi ve incecik ağlamaya başladı. Sonra gözlerindekileri aceleyle silerek yaa ne zahmet ettin bak birde şarap almışsın keşke köpek öldüren alsaydın. Dedim ya benim ruhum acı çekerek besleniyor dedi ve şarkıya dalıp çocuklar gibi mutlu oldu.

Kendilerini düşündü Cansu. Bütün normal insanları! Hep bir üstünü isteyip te bir türlü mutlu olmayı başaramayan insanlara inat bir mp3 ve bir şişe şarap ha! Diye düşündü.

-Biliyormusun senin gözlerinde bir hayaletin izlerini yakaladım dedi. Yıllar öncesinden kalma bir hayaletin dedi ve

Cansu sustu.

Cansu günler boyu ona anlattı o dinledi. O günler boyu Cansu ya anlattı Cansu dinledi. Bir haziran sabahı kalkıp dışarıya baktığında mevsime inat havanın karardığını gördü Cansu. Giyindi evinden dışarıya adım attığında evlerinin bahçesindeki ağaca asılı bir kağıt buldu. Ve üzerindeki yazı yağmurcu’ya aitti. Ve yazı şöyle başlıyordu. 

Seninle çok güzel şeyler paylaştık. Ama ben yağmurcuyum ve benim görevim iyi insanlara yağmurlarda son yolculuğunda veda etmek ve gölgemin beni sessizce yakalıyacağı yeri bulmak. Ve şimdi ben o zamanın geldiğine inanıyorum. Sana neden kendime yağmurcu dediğimi anlatmamıştım değilmi?

Anneannemin öğretisine göre iyi bir insan öldüğünde arkasından mutlaka yağmur yağar ve onun dünyadaki kalıntılarını alır onunla beraber götürür olmuştu. 

Bir gün arkadaşımın 14 yaşındaki kız kardeşi ummahan ilik kanserinden öldü çok iyi bir insandı, çok küçüktü ve bana göre günahsızdı ama bir türlü yağmur yağmıyordu.

Anneannemi gördüm rüyamda bana oğlum hiç kimse kendi gölgesini yakalıyamaz sen bile yakalıyamazsın diyordu. Ama bir gün gölgen aniden seni yakalarsa; korkma. Bilki gölgenin içinde bizler varız. Bilki  bizlerde seni özledik ve bir kereliğinede olsa gölge bilede olsak sana son bir kez dokunmak istedik. Bu şehrin parkları bahçeleri eski ve hayal kırıklığıyla bitmiş aşkları, kalp kırıklıklarını ve derin melankolinin en koyu kalıntılarını içlerinde barındırıyor ve gölgen seni bu şehirde yakalıyamaz.

Yağmurların arasında bir gün bekle bizi yağmurcu bir gün ansızın bekle bizi dedi ve ben mutlu bir şekilde uyandım. Artık o şehirde kalamazdım ve bir sabah ince bir yağmur yağarken hem o şehre hemde ummahana veda ettim. Ve hayat beni buralara kadar getirdi. Ama şimdi kalbim hissettiriyorki; Dünyanın bir yerinde iyi bir insan öldü ve yağmur yağacak ve ben o yağmurun altında o iyi insanı uğurlayıp sessizce ve yalnız başıma yürüyüp gölgemin beni yakalamasını bekliyeceğim.

Onları çok özledim be arkadaşım.

Aslında sana bir loreena mc kennith parçası çalarken arkamı dönüp elimi sallamadan sadece havaya kaldırıp yürüyüp gitmek isterdim ama bunu yapamam ben yağmurcuyum yalnız yürümem gerekir. Sana sadece bu yazıyı bırakıyorum ve sadece onu okuyup mutlu olmanı isterim. Hoşça kal iyi ve güzel insan.

Yağmurcu

Yazıyordu. Ve yağmurcunun altında rüzgar tersten eserse adlı kısa şiirsel anlatımlı bir düz yazı vardı

RÜZGAR TERSTEN ESERSE
DOĞRU SÖYLÜYORSUN GÜLÜM.

BİZ SENİNLE ASLA;
KAHVENİN YANINDA SİGARA ,
ÇAYIN YANINDA SİMİT,
RAKININ YANINDA BALIK ,
OLAMAYIZ.

OLSAK OLSAK ;

AYNI KİRAZ AĞACINDA AMA ;
AYRI AYRI DALLARDA ,
AYRI YÖNLERE BAKAN
İKİ MUTSUZ KİRAZ OLURUZ.

AMA GÜN OLUR
DEVRAN DÖNER
RÜZGAR TERSTEN ESERSE ;
BELKİ YÜZ YÜZE
BAKARIZ BE GÜLÜM… 

Cansu yazıyı okudu. Evine geri döndü , bilgisayarını açtı içine bir cd koydu ve parçanın başlamasını bekleyip pencereye yürüdü dışarıda yağmur başlamıştı.yağmurcuyu düşündü yağmuru düşündü mutlu oldu.

İnce ince ağlamaya başladı. Cd ‘ de parça başlamıştı ve hüzünlü bir balkan parçası doldu odaya;

Goran Bregoviç – Ederlezi

Cansunun gözünden yaşlar süzülmeye başladı ve;

Titreyen dudaklarından üç cümle çıktı

GÜLE GÜLE YAĞMURCU…

STRAWBERRY ICE
Ahmet AKTAŞ
www.kafiye.net