379 – İLİM

Onur BİLGE

Define bir âlemdir. Bütün dünyası avuç içi kadardır. Cami, Kapalıçarşı, Altıparmak… Nadiren başka yerlere yolu düşer. Kahveye çıkmaz, ziyarete gitmez. Herkes ona gelir. Eskiden de böyleymiş. Çocukluğunun geçtiği evde de ana baba olarak bildiği kişiler, ailenin yaşlıları olduklarından herkes onlara gelirmiş. Onlar pek bir yere çıkmazlarmış.

Bir yere gittiğinde, bir ayağı gider, bir ayağı geri gelir. Büyülenmiş gibi Virane’ye döner. Kapıdan içeri girince kendisini meşhur sandalyesine atar, ayaklarını önce şöyle bir uzatarak gerer, derin bir nefes alır, yavaşça topladığı dizlerine ellerini koyduktan sonra dirseklerini yanlara doğru açıp, öne doğru eğilerek aldığı derin nefesin tamamını kuvvetlice üfleyerek boşaltır. Artık tahtındadır ve rahattır. Ortama hâkimdir ve başrolü oynamaya hazırdır.

Bazen meclis başkanı olur, bazen hâkim, bazen de öğretmen… Duruma göre danışman, arabulucu, hakem… Daha neler neler, aklıma gelmeyen… Zaten egosunu tatmin edebileceği başka bir yer ve yol yok. Bula bula bunu bulmuş, sürdürüp gitmekte.

Yapmakta olduğu işi profesyonelce icra etmekte olduğuna inanmakta… Psikoloji ile ilgili birkaç kitap okumuş, altını çize çize… Oradan öğrendiklerini satmakta… Sağdan soldan duyduklarıyla tecrübelerini birleştirerek bir takım kalıplar oluşturmuş. Benzer sorunları onlara dayanarak halletmeye çalışmakta… Öğrendiklerini imbiğinden geçirerek sunmakta… Bence, insanlar üzerindeki yapıcı tesirinin en önemli sebebi, ikna kabiliyetinin yüksek oluşu…

Büyüklerle o kadar iyi anlaşamamakta, hatta çoğunu ufalayabilmek için elinden geleni yapmakta, tecrübesine dayanarak sürekli tenkit edip akıl vermekte, inceden alaya almakta… Çünkü onları kendisinden üstün görmekte, alt edebilmek için her yolu denemekte… Bunu bazen susarak bazen de konuşarak yapmakta… Duruma göre anlam değiştiren bakışları da işin içinde… Aşağılayıcı, alaycı, küçümseyici, yalanlayıcı ve önemsizleştiricilerinden taltif edici, hayran kalıcılarına kadar…

Bütün bunların nedeni, arzu ettiği şekilde eğitim alamamış olması… En büyük hayallerinden olan deniz kuvvetlerine mensup bir subay veya kaptan olup, engin denizlere açılamaması… O kadar çalışıp didinmesine rağmen fabrikatör bacanağıyla âşık atamaması… Dahası da var.

İnadına bir gün Viraneye bir emekli kaptan gelmez mi! İlk geldiğinde ben orada değildim. Tanışma faslından sonra adam gittiği yerlerden bahsetmeye, gezdiği yerleri ballandıra ballandıra anlatmaya başlamış. O gördüğü şeylerden, karşılaştığı insanlardan ve ilginç olaylardan söz ettikçe bizimki halden hale geçmiş! Yaşayamadıklarını bir başkasının yıllarca yaşamış olması ve ona dramatize ederek aktarması… Tahammül edilecek bir şey değil! İyi ki öfkesine kapılıp onu ters yüz etmemiş, sabretmiş. Bir de adam yatırım yapmaktan bahsedince, olay daha dayanılmaz bir hal almış.

“Bir ev almak istiyorum, azizim. Yüzme havuzlu bir villa… Onca yıl ordan oraya gez dur… Yerleşik bir düzene geçemedik gitti! Artık huzur içinde yaşama dönemi… O tempo beni oldukça yordu. Yanıma bir de bayan yardımcı aldım mı… Bilmem bu konuda bana yardımcı olabilir misiniz? Bursa’yı iyi bilmiyorum da… Acaba hangi muhit daha münasip?”

“Ben o işlerden anlamam arkadaşım. Malım yok mülküm yok, param pulum yok. Yatırım benim işim değil. Onu bilene soracaksınız.”

“Ne bileyim işte! Herkese soruyorum da… Akıl akıldan üstündür. Çok okuyan bilmez, çok gezen bilir.”

“Çok gezen… Yani sizin gibi… Ben buradan bir yere gidemiyorum. İşte gördüğünüz gibi… Şurdan şuraya gitmek para… Kıpırdamak para… İstanbul’a gitmek bile benim için kolay değil. Mudanya, Gemlik, Yalova… Oralara yerleşiyor zenginler. Malum, hava kirliliği…”

İkinci gelişinde onu ben de gördüm. Uzun boylu, göbekli, hani irikıyım derler ya… İşte öyle… Esmer, gözlüklü, tombul yanaklı, sevimli bir ihtiyar… Oldukça nazik… Dede de sus pus… Sıkıntılı olduğu zamanlardaki gibi ayağıyla hızlı hızlı tempo tutmakta… Gözlerini içinden oflayıp puflayarak etrafta gezdirmekte… Sanki uzaklarda bir şeyler aranmakta…

Adamcağız da bir şeyler aranmakta… Virane’de, aramızda… Tuhaf ama üst üste iki gün geldiğine göre… Demek ki ilk gün bir şeyler bulabilmiş. Bulabilmiş ki ikinci defa da gelmiş. Gelmiş ama dede sabırsızlanmakta… O, kültürlü ve zengin kişilerden, özellikle böyle erkeklerden hiç hoşlanmaz. Onlar, onun rakibidir. Ulaşamadığı yerlere ulaşmış, kavuşamadığı nimetlere kavuşmuşlardır. Hele bir de ukalalık ediyorlarsa… Ya da hadlerini aşarlarsa…

Gerçekten çok okumuş, çok gezmiş, çok şey öğrenmiş bir insan vardı karşımızda. Hangi konu açılsa, uzun uzun izahat veriyordu, bunu görev kabul etmiş gibi… Konuşurken gözlerimizi ondan alamıyorduk. Anlatmıyor, yaşıyor ve yaşatıyordu. Gitmiş görmüş kadar oluyorduk. Define, ikinci plana düşmüşlüğün ezikliği içindeydi. Krallığını kaptırmak üzere olduğundan sancılı…

Bir saat kadar sonra, Lütfiye Hanım geldi. Ara sıra gelen, dedeyle sohbet eden şık ve zarif bir hanım… Konuşkan, sıcakkanlı bir insan… On yıl kadar banka memureliği yaptıktan sonra, Sinop’a müdür muavini olarak tayin edilince gitmek istememiş, istifa etmek zorunda kalmış, halen kendisine uygun bir iş aramakta olan biri… Define onu ayakta karşıladı. Bir yer gösterdi. Sandalyesini çekip oturttu. Bu arada kaptan da nezaketen kalkıp onu selamladı. Define onu:

“Haldun Bey!” diye takdim etti. “Kendileri emekli kaptan… İstanbul’dan gelmişler. Bursa’ya yerleşeceklermiş.”

“Memnun oldum efendim. Ben Lütfiye Karen…”

İki konuşkan karşı karşıya gelince ne olursa olmaya başladı. Yani kimse kalmamış etrafta sanki… Sanki başbaşalar… İkili bir sohbet… Sorular, cevaplar… Hızlı bir tanışma safhası… Ardından kırk yıllık dostmuşlar gibi bir kaynaşma…

Define bir ona bir ona bakıyor, olana bitene akıl erdiremiyordu. Zaten kendisini yeterli hissetmiyor, bilgi eksikliği ve engellemeye çalıştıkça dışa vuran bir kıskançlık kıskacı içinde kıvranıp duruyordu, şimdi bir de bu çıkmıştı. Onun mekânında… Onu hiçe sayarcasına… Sanki yokmuş gibi… Buraların kralı kimdi?

Fırtınadan önceki sessizliğe bürünmüştük. Onlarsa, Define’yi henüz yeteri kadar tanımadıkları için gayet rahat bir tarzda birbirleriyle yarışırcasına konuşuyorlardı. Bankacıda ansiklopedik bilgi, diğerinde her ikisi de… O zamana kadar duymadığımız sözcükler kullanıyorlardı. Dünyada neler varmış, neler olup bitiyormuş da haberimiz yokmuş! Çağ dışı mı kalmıştık?

Laf döndü dolaştı, konut konusuna geldi. Lütfiye Hanım da demez mi:

“Benim oturduğum sitede, karşı apartmanda size uygun satılık bir dubleks var. Bir bakın isterseniz. Ne güzel! Hem komşu oluruz.”

“Ben müstakil bir ev istiyordum efendim ama bir bakayım, belki de orası olur.”

“Geniş bir bahçesi, otoparkı, yüzme havuzu… Her şey var. Dört tarafından ova ve dağ manzarası…”

O anda Define aceleyle kalktı: “Benim bir işim var. Gitmek zorundayım!” diyerek bir hışımla çıktı gitti. Biz anladık, durum değişik… Usulca dağıldık. Masada o ikisi kalakaldı. Tuhaf bir şeyler olduğunu, kibarca kovulduklarını hissetmemeleri imkânsız ama şokunu kolayca atlatamamış olmalılar ki kıpırdayamadılar. Sadece sustular ve: “Ne oldu şimdi? Bir şey mi yaptık?” dercesine birbirlerine baktılar.

Define birkaç dakika sonra geldi. Suratı asık, aynı gittiği gibi öfkeli ve aceleci… Onun hâlâ orda olduğunu görünce, çıkışının işe yaramadığını anlamış olacak ki onları yok sayarak doğru mutfağa gitti. Orada bir şeyler arıyormuş gibi yaptı. Eline geçenleri sert bir şekilde yerlerine koyarken tangır tungur sesler çıkardı. Sonra geri geldi. Etrafı ateş saçan gözlerle taramadan edemedi. Onlara da bir an dik dik baktı. Tekrar ortamı terk etmek için kapıya yönelirken, kaptan ayağa kalkıp yanına gitti.

“Ne oldu arkadaşım? Yardım edebilir miyim?” diye sordu.

“Hayır! Çıkmam lazım! Siz kalacak mısınız?” diyince, gitmesi gerektiğini anladı. Kibarca kovulduğunun hissedilmemesi için belki de maruz kaldığı aşağılamadan sıyrılmak gayesiyle, alabora olduğunu gizlemeye çalışarak:

“Ben de çıkıyorum zaten. Birlikte gidelim!” dedi. Bankacıya dönerek: “Verdiğiniz adrese gidip o eve bakacağım. Görüşmek dileğiyle, Lütfiye Hanım. Hoşçakalın efendim!” dedi ve hepimize el sallayarak veda edip, dedeyle çıktı.

Biliyorduk ki Define’nin dışarıda işi olmazdı. Onu başından savdıktan sonra hemen dönecekti. Aşağılık kompleksi insana neler yaptırıyordu!

Ahmet, dünkü görüşmelerinde dedenin onu nasıl hayran hayran dinlediğinden, arkasından da: “Keşke onun yerinde ben olsaydım! Neler görmüş geçirmiş, ne kadar bilgili bir adam!” dediğinden bahsetti. “Galiba kıskandı!” demekten kendini alamadı.

“Neden kıskansın?” diye saf saf sordu Neşe.

“Her yönden ondan üstün olduğu için… Özellikle bilgi yönünden… Bir de servet… Az mı?”

“Nedir ki bilgi? Hadi servet neyse de…” dedi Duygu. Mahir:

“İlim, amelin imamıdır.” diyince, Neşe:

“Şuna ilim deme be! Bilim de bari…” dedi. O da fırsat kolluyormuş gibi açtı ağzını yumdu gözünü:

“İlim nedir, biliyor musun, kızım! Allah’ın ezeli sıfatıdır. Neden demeyecekmişim? O’nun, olmuş ve olacak her şeyi bilmesi, ilminin her şey’i kuşatması demektir. Evrendeki her şeyin gerçeğini yalnız O bilir. Biz ne biliriz, ne bilebiliriz, bilsek bilsek? Sadece gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz şeyleri… Aslında ilim O’na aittir. Yaratan da, nasıl yarattığını hakkıyla bilen de ancak O’dur. Eşyanın gerçeğini, lüzum ve hikmetini yaratan bilir. Yaratmak ve devam ettirmek için gereken ilim O’nda zatıyla beraber mevcuttur. Ceza ve mükâfat için hakkımızda tüm detaylarına kadar bilgi sahibidir. Ceza ve mükâfat dahi ilim gerektirir.”

“Aman aman, başlama gene!”

“Ne var, işte! Notlarınıza ekleyin! Âlim ismini hatırladınız mı? Âlim olan aslında sadece Allah’tır. Âlimler bile okyanustan bir katre alabilmişlerdir. Dede neden tellendi bilmem! Bildikleri ona yeter de artar bile!”

“Ne biliyor ki!”

“Allah’ı biliyor ya… Yetmez mi!..”

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 379
www.kafiye.net