383 – BASAR –

Onur BİLGE

Bu nasıl bir aşktı ki evlenince bitiveriyordu? Bir zamanlar onlar birbirlerini görmeden duramıyorlar, fırsat buldukça bir araya geliyor, hiç ayrılmak istemiyorlardı. Yoksa bir süre sonra ben de mi öyle olacaktım? Yani şimdi bir gün görmesem, bir yıl görememiş kadar özlediğim İlhan’dan, bir süre sonra görmeye dayanamayacak kadar nefret mi edecektim? Aşk bu muydu? Böyle bir şey miydi? Ne kadar da dayanıksız! Nasıl da gelip geçici! Bu kadar çabuk, böylesine kolay olmasa gerekti. Dünyanın en güzel duygusu, o kadar ucuz muydu!..

Nazan, Levent’e artık daha fazla dayanamayacağını söylüyor, ikide birde ayrılmaktan bahsediyordu. Kendisinden beklediklerini veremediğine, işinde aşama yapmak için gayret sarf etmediğine kızıyor, onu çok aşağılarda görüyor, eziyor eziyordu… Sık sık tartışıyor, olayı Virane’ye taşıyor, Define’den yardım istiyorlardı. O da her biriyle ayrı ayrı görüşüyor, iki tarafın da nelerden şikâyetçi olduklarını öğreniyor, sonra onları bir araya getirip karşılıklı konuşturuyor, bazen tartışmalarına göz yumuyor, fakat kontrolü elinden bırakmıyor, gerektiğinde müdahale ediyor, eteklerindeki taşları döktürerek anlaştırma yoluna gidiyordu, bazen de üçlü görüşme anında çifti konuşturmuyor, ürettiği çözümleri sunuyor, biraz nasihat ettikten sonra dediklerini düşünmelerini ve açmazlarını o doğrultuda aralarında halletmeye çalışmalarını önerip onları baş başa bırakıyordu.

Zaten evlenmeden önce, Levent’ten gerçek yaşını gizlemiş olduğu için nikâh muameleleri sırasında Nazan’ın yalanı ortaya çıkınca aralarında anlaşmazlık başlamıştı. Dede aralarını bulmuş, onları sakinleştirmişti. Hatta o zaman Nazan Işıl’la da kavga etmişti. Aslında Işıl’ın söyledikleri hiç de yalan değildi ama her doğru her yerde söylenmezdi. Dede onları usulen barıştırmıştı ama şekilde kalmıştı. Hâlâ araları açıktı.

“Ben bu zamana kadar kendimi geliştirmek, işimde ilerlemek için elimden geleni yaptım. Bu kişiliksiz adam bir adım ileriye gitmek için en küçük bir gayret göstermiyor. Muhallebi çocuğu…” dedi, Nazan. Dede sinirlendi:

“Sen değil miydin onu kaybetmemek için yaşını gizleyen! Yaşını başını, tahsil durumunu, yapmakta olduğu işi biliyordun. Bile bile evlendin. Şimdi beğenmiyor musun? Bunları o zaman düşünecektin!”

“Bu evliliğin olması için de yürümesi için de ben elimden geleni yaptım, hâlâ yapıyorum. Allah görmüyor mu!..”

“Görmez mi!.. Elbette görüyor! Sadece yapılanı edileni değil, akıldan geçenleri bile görüyor. O, kara gecede, kara taş üstünde gezen kara karıncayı bile görür. Görür ama gördüklerini açık etmez. Kimsenin yüz karasını yüzüne vurmaz.”

“Bana bir şeyler demek istiyorsun galiba dede! Aşk olsun sana!..”

“Ben zaten müminin basiretinden korkarım. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar!”

“Dede! O kadar kötü müyüm ben? Yani onda hiç suç yok mu?”

“Vallaha Nazan, ben artık sizin aranızı bulmaktan bıktım! Sorunlarınız beni iyice yordu! Bundan sonra ne yaparsanız, ben artık yokum! Bebek değilsiniz. Ev bark sahibi insanlarsınız. Erken evlenseydiniz, boyunuz kadar çocuklarınız olurdu. Ne haliniz varsa görün, beni karıştırmayın!”

Define resti çekince, Nazan kızardı bozardı, sustu kaldı. Alçak sesle Ayşe’ye bir şeyler söyledi. O, ona aldırmadı. Anlaşılan, onu da bıktırmış. Yakasını kurtardığı gibi dedeye dönerek:

“Basiret ne demek, dede? İlk defa işittim.” dedi.

“Ebsar, gözler demek. Görme duyusu… Dikkat sahipleri. Görücüler… Basar, Allah’ın subuti sıfatlarındandır. Vasıtasız ve şartsız, gizli ve aşikâr her şeyi görmesi mânâsında… Basiret de uyanıklık, anlayış, kavrayış demek. Kalpte eşyanın hakikâtini bilme… İm’an-ı dikkat… Kuvve-i kudsiyye…”

“Kuvve-i kutsiye mi? Kutsal kuvvet mi?”

“Evet. Evliya kuvveti… Allah’ın yardımına mazhar olan kuvvet… Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.”

“Dede! Türkçe konuş! Türkçesi yok mu bunların? Doğru görüş, uzağı görüş, seziş, dikkat, sağgörü gibi mi?”

“Evet… Öyle… Şimdikiler öyle diyor. Feraset… Kalp gözü açıklığı…”

“Sezgi kuvveti… Kalben hissedip anlama… Yani Allah’ın nuruyla bakanların sezgileri güçlü olur… İmanları kuvvetli olanların…”

“Evet, onu demek istedim. Anlamışsın.”

“Anladım da… Bir türlü akıl erdiremediğim bir şey var.”

“Nedir o?”

“Allah’ın her yeri, her şeyi, içi ve dışı, tüm yarattıklarını aynı anda, engel tanımadan, göze bağlı olmaksızın, ışığa gereksinim duymaksızın görmesi, akıl alacak gibi değil! İşte burada şaşıp kalıyorum ben!”

“Allah Basir’dir. Görmesi ezelî ve ebedîdir. Zâtı ile kâimdir. Şânına lâyık bir vecih ile görür. Görmesine hiçbir şey engel değildir. En gizliyi, gizlinin gizlisini dahi görür, bir şeyi görmesi başka bir şeyi görmesine mani değildir. Basar sıfatı kemâl sıfatıdır. Görmemesi muhaldir.”

“Fakat biz O’nu göremiyoruz.”

“Bütün gözleri ve bütün gözlerden görüleni görür ama hiçbir göz O’nu göremez! Güneşe bile çıplak gözle birkaç saniyeden fazla bakamayan, isli camdan baktığında dahi biraz uzun baksa kör olma riski taşıyan insan, O Nur’a bakmaya güç yetirebilir mi! Hazreti Musa, Tur dağında kendisiyle konuşmasından cesaretlenerek Allah’a:

“Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana.” dedi. Rabbi ona buyurdu ki;

“Beni katiyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince:

“Sen Sübhan’sın. Tövbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim!” dedi.”

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 383
www.kafiye.net