şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Aman Ali, namı diğer İşte Öyle Ali, henüz üç yaşında… Her iki lakabını da ben yakıştırdım ona. Aman Ali, meşhur bir İstanbul türküsünden esinlenerek verilmiş bir isim. İşte Öyle’nin macerası da pek hoş! Bir gün Ali’ye sordum -ki o da sorar bu soruyu herkese hem de pek sık-
“Nereden Gelir, Nereye Gidersin? Söylesene Be Cevriye! Aklıma Takıldı Doğrusu…”
Çok güzel bir kadın aslında şu bizim Cevriye. Uzunca boylu, kumral, etine dolgun… Görünürde hemcinslerinden hiçbir farkı yok. Kafasında birkaç cıvatanın gevşek olduğunu anlamak pek de kolay değil bu yüzden. Yolda salına salına bir yürüyüşü var, ömre bedel. Zamanın keşmekeşinden bihaber… Günün hangi saatinde rastlarsanız rastlayın ona, telaşsız ve küçük adımlar atarken yakalarsınız kendisini. Koşuşturmaz,
Dün, ikindi vaktinden birkaç saat sonra, gün akşam ezanına hazırlanırken Şermin Hanım geldi yine. Neredeyse iki yıldır onun parmakları tarafından çalınmayan zilim, aynı ritimle seslendiğinde kapıyı bir nefeste açtım. Şermin Hanım zile, ince ve kendine has bir ezgiyle iki uzun, bir kısa basar, şirin kuşların lisanınca gelişini müjdeler. Ev sahibini ‘geldim’ diye ikaz etmesi kendisi gibi ılıman ve mutedildir.
Ağzı yaşmaklı, uzunca boylu, yetmiş yaşlarında bir kadın hızlı ve sağlam adımlarla yürüyordu. Onunla aynı sokakta birbirinden habersiz onlarca insan da yürüyordu. Kimi işine, kimi okuluna, kimi sevdiğine, kimi sevmediğine yetişecekti. Ayaklar bir yola girdiğinde akıl devreden çıkar. Kurulmuş çocuk oyuncakları gibi istemsiz, zeminde savrulan güz yaprakları kadar naifti herkes. Bir iki ilkokul öğrencisi, onların elinden tutmuş ya da gözleriyle takipte olan büyükleri,
Naneli şeker tadında bence hayat. Hafif buruk bir hali var. Şekeri az serinliği fazla sanki.
Bir öğrencim çekip çıkardı hafızamın sandıklarından bu eskimeyen lezzeti. Elindeki şeker paketini avucumun içine savurdu; onlarca şekerden biri yuvarlanıp bahtıma düştü. İçim ürperdi nedense.
Ablamın söylediğine göre fesleğenim son günlerini yaşıyor. Oysa canımın içi, yapraklarının arasındaki küçük, beyaz çiçekler hariç yemyeşil.
Mutfak masamın konuğu o. İlk ve tek çiçeğim. Onuncu kattan şehrin doğu yakasını seyrediyor. Sabah güneşi bu yüzden önce ona uğruyor. Sesi, soluğu yok. Bir ad bile bahşetmedim ne hazin ki ona.
Sarı Çiçek yaylasından bir sarı gelin geçti. Ben o gelini çok sevdim. Sarışın bir aya benziyordu güldüğünde. Ağladığında yıldızlarca saçılıyordu kederi gökyüzüne. Etekleri değdikçe yayla toprağının esmer yüzüne yüreği kanıyordu geçmiş yazlar için.
Geniş bir alana dikip yaprak yeşili gözlerini içindeki ırmaklara benzer gözyaşlarını akıttı göğsünün yangın yerine. “Burada amcam çadır kurardı.” dedi. “Nerede şimdi amcam, hani onun kara çadırı? Nereye gittin amca? Bir daha bu yaylaya konmayacak mısın?”
Dört uyku, bir ölüm var bu öyküde -ki her biri anlatılmaya değer.
Mevsimler mevsimler önceydi. Karanlık gözlü devlerin hiç kapanmayan ağızlarını andıran alışveriş merkezleri, albenisiyle peri kızlarına eş dükkânlar insanların gönüllerini işgal etmemişlerdi o çağda.
Duvarda asılı kalmış bir saatli maarif takvimi. Sararan yapraklarından birini kopardım. 30 Haziran 1975.
Bu duvar, bu takvim ve bu ev çürümeye sıcacık bir yaz günü terk edilmiş. Vazgeçmek, bir şeylerden umudunu kesmek böyle bir haldir zaten. Arkana bakmadan çekip gittiğinde hayal bile edemeyeceğin ayrıntıları da geride bırakıverirsin bir çırpıda.
Kenarda duran sehpanın üzerindeki akvaryumu fark ettiğimde zamanın delişmenliğine şaşırdım. Günler akıp gidiyordu gitmesine de akvaryumdaki su neredeydi? Bilemedim.
Her yerde evler var. Bazısının içinde hiçbir zaman gezemeyiz. Göremeyiz bile onları. Yalnızca bir yerlerde var olduklarını biliriz.
Anadolu’nun bir köyündeyim. Bir anne-baba ve evlatlarını farklı sahnelerde görüyorum. Fakat ben bu sahnelerin hiçbirinde yokum. Yaşlı kadının saçlarına dokunmamın haricinde. Dupduru ipekten saçları var yaşlı kadının. Yumuşacık.