şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Keşke şu hiçbir kaba sığmayan düşüncelerimi kimse ile paylaşmasaydım. Paylaştım da ne oldu? En yakınlarım bile aklımdan şüphelendi. Akıl bu, hem var hem yok türünden bir nesne. İspata çalıştıkça belirsizleşiyor sanki. Bana bende varmış gibi geliyor da başkaları “sende yok,” diyorlar. Aklımı savundukça kendimi “ben sarhoş değilim,” deyip ayakları çapraz yürüyen çakırkeyiflere benzetiyorum.
Duvarda asılı kalmış bir saatli maarif takvimi. Sararan yapraklarından birini kopardım. 30 Haziran 1975.
Bu duvar, bu takvim ve bu ev çürümeye sıcacık bir yaz günü terk edilmiş. Vazgeçmek, bir şeylerden umudunu kesmek böyle bir haldir zaten. Arkana bakmadan çekip gittiğinde hayal bile edemeyeceğin ayrıntıları da geride bırakıverirsin bir çırpıda.
“Sevgili babam emekli memur, kıraathane sahibi Mustafa Eğilmez’in ömrüne bereket. Bütün iyi babalar gibi.”
Hey dost, dünya artık daha hızlı dönüyor. Kimi düşüyor kimi ayakta kalıyor bu hızda… Şu bizim Halim Selim Kıraathanesi var ya, orada hayat tam da eskisi gibi. Daha yalın, daha temiz ve çok daha manalı…
“Sevgili babam emekli memur, kıraathane sahibi Mustafa Eğilmez’in ömrüne bereket. Bütün iyi babalar gibi.”
Hey dost, dünya artık daha hızlı dönüyor. Kimi düşüyor kimi ayakta kalıyor bu hızda… Şu bizim Halim Selim Kıraathanesi var ya, orada hayat tam da eskisi gibi. Daha yalın, daha temiz ve çok daha manalı…
“Vur abalıya” deyimi halk arasında sıkça kullanılır. Yüzyılların süzgecinden geçerek şekillenen bu sözle atalarımız “Vur!” derken aslında “Sakın ha vurma!” imasında bulunmaktadır.
Aba, günümüzde artık pek kullanılmayan bir giysi çeşidi… Çetin kış koşullarını karşılamak amacıyla icat edilmişe benzer. Kalındır, kabadır… Ne kadar dışa giyilen bir giysi olsa da içedönük ve kendinden vazgeçmiş bir hâli vardır. Koyu renginden olsa gerek mahzunca bakar dünyaya.
Kuşbaz Tahir Efendi deyip geçmemek lazım. O tam bir İstanbul efendisiydi vakti zamanında. Çok âşık olmuş, hiç evlenmemişti. Fakat kimsenin namusuna da yan gözle bakmamıştı. Sessiz ve gölgesiz adımlarla bu âlemden çekip gitmeden önce; evinin çatısında bir kümes dolusu güvercini, darmadağınık odalarında onlarca rengarenk kanaryası ve muhabbet kuşu, kapısının önünden ayrılmayan sadık bir sokak köpeği, okunmaktan ve başkalarına ödünç verilmekten bitap düşmüş kitapları vardı.
Oğul; “Bir düğüne gideriz, bir eğlenceye gideriz; herkes oynayanları seyreder, annem beni,” diye dert yandı bir gün çevresindekilere. Sonra da annesinin her işini bırakıp onu seyre dalmasını taklit etti. Meramı yoğun sevgiyi eleştirmekti. Yine de herkesten çok annesi güldü kendi haline…
“Bu gece de uyuyayım,” diye mırıldandı delikanlı. Gardiyan, akşam yemeğini bırakmak için tek kişilik hücresinin ağır ve paslı kapısını tumturaklı bir gürültüyle açtığında, “Bu sabah gelmeyecekler.” demişti.
Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra düşlerinin dikenli yatağına uzanacak, sabah belki de cellatların esmer parmaklarının duygudan uzak dokunuşlarına uyanacaktı. Binlerce karabasanla savrulan bilincini güneşin doğumunu göremeyeceği son gecesine teslim ediyor olabilirdi. Gardiyan nereden bilecekti, onların ne zaman geleceklerini.
Duvarda asılı kalmış bir saatli maarif takvimi. Sararan yapraklarından birini kopardım. 30 Haziran 1975.
Bu duvar, bu takvim ve bu ev çürümeye sıcacık bir yaz günü terk edilmiş. Vazgeçmek, bir şeylerden umudunu kesmek böyle bir haldir zaten. Arkana bakmadan çekip gittiğinde hayal bile edemeyeceğin ayrıntıları da geride bırakıverirsin bir çırpıda.
Sarı Çiçek yaylasından bir sarı gelin geçti. Ben o gelini çok sevdim. Sarışın bir aya benziyordu güldüğünde. Ağladığında yıldızlarca saçılıyordu kederi gökyüzüne. Etekleri değdikçe yayla toprağının esmer yüzüne yüreği kanıyordu geçmiş yazlar için.
Geniş bir alana dikip yaprak yeşili gözlerini içindeki ırmaklara benzer gözyaşlarını akıttı göğsünün yangın yerine. “Burada amcam çadır kurardı.” dedi. “Nerede şimdi amcam, hani onun kara çadırı? Nereye gittin amca? Bir daha bu yaylaya konmayacak mısın?”