şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Kardeşimin doğum gününde, ona bir oyuncak bebek almak istedik. Annemle bir oyuncakçı dükkanına girdik. Çeşit çeşit oyuncak bebeklerin arasından bir tanesini seçmek çok da kolay değildi. Hangisini elimize alsak:
—Bu da güzel, diyorduk.
—Yok, kızım, bu böyle olmayacak. Koca dükkanının içinde bir bebek beğenemedik, dedi annem.
“Sevgili babam emekli memur, kıraathane sahibi Mustafa Eğilmez’in ömrüne bereket. Bütün iyi babalar gibi.”
Hey dost, dünya artık daha hızlı dönüyor. Kimi düşüyor kimi ayakta kalıyor bu hızda… Şu bizim Halim Selim Kıraathanesi var ya, orada hayat tam da eskisi gibi. Daha yalın, daha temiz ve çok daha manalı…
“Vur abalıya” deyimi halk arasında sıkça kullanılır. Yüzyılların süzgecinden geçerek şekillenen bu sözle atalarımız “Vur!” derken aslında “Sakın ha vurma!” imasında bulunmaktadır.
Aba, günümüzde artık pek kullanılmayan bir giysi çeşidi… Çetin kış koşullarını karşılamak amacıyla icat edilmişe benzer. Kalındır, kabadır… Ne kadar dışa giyilen bir giysi olsa da içedönük ve kendinden vazgeçmiş bir hâli vardır. Koyu renginden olsa gerek mahzunca bakar dünyaya.
Memlekete dönme günü İstanbul Harem Otogarı kocaman göründü Dilek’in gözüne. Geldiği günü ve buraya kalmak için geldiklerini anımsadı hüzünle. Demek ki her şey her an değişebiliyordu yaşam denen süreçte. Hayatı, aynı zamanda kendine bir sahneydi; bu sahnede de rolünü en güzel haliyle oynaması gerekiyordu. Sahneye kimler konuk olacaktı?
Çocuk aklıyla içindeki aile özlemi daha da artmıştı. Sorumlulukları da artmıştı iyice. İşleri mecburen O yapıyor, evi döndürmeye çalışıyordu. Dedesi de günün verdiği rızkı alıp geliyor, eskisi gibi dışarıda çok kalamıyordu.
-Değerli konuklar, Liselerarası Kompozisyon Yarışması Birincisi olan öğrencimiz Dilek, şimdi sizlere birincilik kazandığı yazısını bizzat okuyacaktır.
Dilek bulunduğu yerden öne çıktı. Gururluydu, vakarlıydı, kendinden emindi. Sunucuya doğru yürüdü. Mikrofonu eline aldığında çok kişide olan titreme, heyecan, kekelemeden eser yoktu. Okumaya başladı…
Belden oturtmalı, aşağıya doğru kabaran elbiselerin ve kısa topuklu burnu sivri ayakkabıların, yer yer kabartılmış yer yer is dalgalandırılmış sarı ya da koyu siyah saçların moda olduğu 1950’li yılların başında İtalya’nın Napoli şehrine yakın Aversa Kasabası’nda biri kız, biri oğlan iki genç yaşarmış. Eduardo ve Amelia… Ailelerine meydan okuyacak kadar birbirlerine aşık iki genç…
Uzun bir yolculuga çıkan ve bu yollardaki sıkıntılara razı olan bir seyyah yolda çok insanla tanışır. Kiminden kaçar kimine güvenir arkadaş olur. Arkadaşlarından kimisi heybesindekileri alma niyetiyle riyakarca dost görünur. Seyyah, ne yazık ki arkadaşa güvenin bedelini heybesinden olarak öder.
Çok heyecanlanmıştı. Zangır zangır titriyordu bedeni. Oysa en büyük hayaliydi bu birincilik. Ödülden çok daha önemliydi hatta.
Yavaş hareketlerle doğruldu yerinden. Şimdi kalkacaktı; yüzlerce izleyicinin, arkadaşlarının, öğretmenlerinin ve ailesinin önünde önce konuşma yapacak, sonra kompozisyonunu okuyacaktı.
Dilek, hiç istemese de bu ayrılığı, çok sevdiği çekirdek ailesinden bir süre uzak kalacaktı. Çok buruktu yüreği. Olacakları seyre koyulma zamanının geldiğini hissetti. Sonuçta hayat bir sahneydi. Perde, her gün yeni oyunculara ve oyuncunun oyununa göre şekilleniyor, sahnenin görselliğini zenginleştiriyordu. Her yeni güne doğan güneşle, sahnenin ona sunacaklarını bekliyordu Dilek. Dikkatliydi. Sunulanları değerlendirmeliydi.